Bilgeler sırayla bebeğe yanaştılar. Parmaklarıyla alnına dokundular.
“Gitme vakti” dedi en yaşlı bilge.
Olca bebeğini kucaklayıp yürümeye başladı.
Oba halkı arkasından ağır adımlarla yürüdüler.
Obanın genç kızları ince sesleri ile ağıt yakıyorlardı. Her ne kadar ağıt da deseler hüzünden çok umut barındırıyordu çıkardıkları sesler. Peri masallarından fırlamış büyülü ezgiler döküldü yol boyunca Oba kızlarının ağzından.
Büke’nin kıyısına vardıklarında dolunay tepedeki yerini almıştı. Oba halkı derenin kenarına sıralandı. Bilgelerden birisi ağaçlardan yapılmış küçük bir kundakla Olca’nın yanına geldi.
“Olca. Bebeğini kundağa koy. Karşı kıyıya geçir ve bırak.”
Olca kundağa koydu bebeğini. Bükenin sakin suyuna soktu ayaklarını. Ağır adımlarla yürümeye başladı. Bir eliyle suyu açıyor diğer eliyle kundağı itekliyordu Olca. Ağlamamak için zor tuttu kendini. Nihayetinde karşı kıyıya vardı. Bebeği bıraktı. Alnına öpücük kondurdu ve geri döndü.
***
Fırtına geldi. Dolunay fırtına bulutlarının arkasına sığındı bütün gece. Neredeyse göz gözü görmeyecek kadar karardı ortalık.
Uyumakta zorlandı Olca. Ilgın bitkilerinden çay yaptılar da ancak öyle rahat bir uykuya daldı.
***
Eçi o gece bir rüya gördü. Rüyasında gerçekte olduğu gibi fırtına vardı. Gerçeğin aksine dolunay saklanmamıştı. Fırtına bulutlarıyla kavga ediyordu adeta. Bir görünüp bir kayboluyordu. Eçi genç bir kız olarak gördü rüyasında kendini. Üzerinde kıyafet yoktu. Bütün yüklerinden arınmış yürüyordu. Sadece boynunda küçüklüğünden beri taktığı kolyesi vardı. Pürüzsüz bir bedene sahipti, uzun saçları ve bembeyaz dişleri vardı. Ormanda yürüyordu. Bir ara sağa sola baktı. Büke’nin karşı kıyısında olduğunu anladı.
Yere her basışında çıkan çıtırtılar eşliğinde yürümeye devam etti uzunca bir süre. Sonra bir ses duydu. Bir bebek sesi. “Bir bebek bu saatte, ormanda ne arar?” diye düşündü Eçi. Sese doğru yürümeye başladı. Ağaçların olmadığı küçük bir alanda yerde bir kundak gördü Eçi. Yaklaştı ona doğru. Yaklaştıkça şaşkınlığı daha da arttı Eçi’nin. Gök mavisiydi bebeğin teni. Biraz daha yaklaştıkça gözlerinin de gök mavisi olduğunu gördü. Eğildi alnına bir öpücük koydu bebeğin. Bebek ona gülümsedi. Bir süre oyun oynadı bebekle Eçi. Sonra bir uğultu duydu. Hırıltı benzeri bir sesti bu. Eçi ürperdi. Bebek ağlamaya başladı. “Ah! Canavar mı yoksa bu gelen?”
Eçi bebeği kaçırmayı düşündü. Eğilip kucaklamaya çalıştı ama kaldıramadı. Küçücük bebek yerinden kaldırlamayacak kadır ağırdı. Hırıltılar daha net duyulmaya başlandı. Eçi ayağa kalktı. Tam geri dönecekti ki tekrar bebeğe doğru eğildi. Boynunda taşıdığı kolyeyi çıkarıp çocuğun boynuna taktı.
Bu kolyeyi ona büyük babası vermişti. Kolyenin ucunda Eçi’nin anlam veremediği ama çok beğendiği ağaçtan oyma bir figür vardı. Figürün ortasında parlak bir taş bulunuyordu. Büyük babası o taşın Gökben olduğunu söylemişti Eçiye.
Tekrar ayağa kalktı Eçi. Zaten biraz daha dursa canavar onu görecekti. Hızla uzaklaştı. Bebeği görebileceği güvenli bir mesafede beklemeye başladı. Dolunay bulutların arkasına girdi. Ortalık iyiden iyiye karardı. Karanlıkta bir silüet belirdi. Hırıltılar eşliğinde bebeğe yanaştı. Tam bebeğin yanına geldiğinde Dolunay bulutların arasından kurtuldu. Bebeğin boynunda asılı Gökben parladı. Eçi canavara baktı. Ona anlatılan canavara hiç benzemiyordu bu. Görebildiği kadarıyla bu bir orman kurduydu. Yine görebildiği kadarıyla -bu kurt- diğer orman kurtlarından çok daha iriydi. Kurt yavaşça yanaştı bebeğe. Kokladı onu. Etrafında döndü bir süre. Bu sırada Eçi’nin gözüne kurtun sarkık memeleri çarptı. “Dişi kurtların bu kadar büyük olduğunu hiç duymamıştım” diye düşündü Eçi.
Kurt bir süre döndü bebeğin etrafına. Daha sonra bebeğe doğru bir hamle yaptı.
Uyandı Eçi. Kan ter içinde uyandı.