Yıllar önceden kalma bir reklam sloganı, “Seni yerim sosis!” Küçük bir kız çocuğunun sosise güzellemesiydi. Filmin yönetmeni serbest çağrışımla çalışan biriydi. Sette çocuğun bu cümleyle dolaştığını işitip, slogan haline getirdiği rivayet olunur. Günlerce konuşuldu ve halkın dilinden düşmedi bu slogan. Kocaman adamlar, kadınlar birbirlerine iltifat etti sözüm ona… “Seni yerim sosis!”
Mesele o değil, geri planı. Reklamda oynayan çocuğu muhtemelen öyle seviyorlardı. “Ay ne güzelsin sen, yerim ben seni!” veya “ Ne şeker çocuk, tam yemelik!”
Başınıza gelmiş olabilir. El kadar bebek diyelim, daha bir kaç aylık. Yatağında keyifle yatıyor, pembe pembe yanaklarıyla pek sevimli. Gülücükler atıp, mırıl mırıl sesler çıkarıyor. Misafir teyze dalıyor bebeğe. “Ayyy ne şirinsin sen, bu minicik ayakları kıtır kıtır yerim ben!” Bebeğin ana-babasının halini düşünün. Sevgimizi başka türlü ifade edemiyor muyuz? Tamam tamam bunda mecaz var ama…
O kadar çok seviyoruz ki, “öldürüveriyoruz” da… Geçenlerde bir kadın feryat ediyordu: “Öldürecekseniz, sevmeyin kardeşim!” Ama kaçış yok, sevmeyince de öldürüyorlar. Öldüresiye sevmek! Ölüm ve sevgi nasıl bir araya gelebiliyor?
Eskinin ağdalı filmlerinde vardı. Mecazi anlamda elbette. Filmin kahramanı sevdiği için verem olur hani. “Seni ölünceye kadar seviciim Türkân. Öhö, öhö, öhö…” Sonra “N’olamaz bir başkası seni bu kadar sevemez, Nalân” repliği… Bunun gibi yüzlercesi masumiyet çağına ait… Çoğu, Yeşilçam melodramlarındaki replikler.
Daha sonra arabesk şarkılar geliyor. Büyük kente gelen, dışlanmış yoksulların aşk acıları. Her şey siyah ve beyaz onlar için. Ya beni seversin ya da kara toprağı… “Seni yakacaklar benim yerime, seni Allah bile affetmeyecek.” mesela. Eskinin mecazi cümleleri artık hayati bir cümle. Ölümüne seviyor, sevdiği için öldürüyor.
Şimdinin baskın sosyolojik vitrini televizyon dizileri. Meşhuuur Türk dizileri. Kocaman siyah arabalar, kara sakallı genç adamlar, sert ve keskin bakışlı olmaları muteber, ince topuklularda ayağı burkuldu burkulacak, “Cindy” bebek kılıklı genç ve güzel hanımefendiler, mafya babaları, silahlar, şiddet, şiddet, şiddet…
Bu kadınların bir “meta” gibi görüldüğünü eklemeli. Erkek egemenliğinde, oradan oraya savrulan kadınlar. Benimsin denen, el konulan, nefes aldırılmayan.
Ve elbette kıymeti kendilerinden menkul, bir takım “fetvacı” din bezirgânları. Kadını erkeğin arkasında hizalamaya çalışan, zayıf ahlaklı, zayıf karakterli, çağdışı mahlûklar.
Artık herkes sesini daha gür çıkarmalı. Artık dur demeliyiz hep birlikte.
Yoksa (Bakara-makaracı gibi), 5 Aralık 1934 Kadınlara seçme ve seçilme hakkının tanınmasının yıldönümü deyip bir iki görsel paylaşıp vicdanımızı rahatlatmalı mı?
Yoksa, Efendim İsviçre bile bizden bilmem kaç yıl sonra… geyiği mi yapalım hep birlikte?
Asıl bu tepkisizlik kahretmeli bizi…
Ses çıkarmadığımız her ölümde kavrulmalıyız acıdan.