Güzel bir deniz kıyısında, bir ağacın altında.
Hafif hafif esse rüzgar. Saç diplerimde hissetsem serinliği.
Bahar çiçeklerinin kokuları gelse burnuma..
Hafiften duysam çelimsiz dalgaları.
Göz kapaklarım ağırlaşsa yavaş yavaş.
Karşı koyamasam. Kapansalar.
Çok değil, 15 dakika kadar sonra açsam gözlerimi.
Uyku alınmış. Düşler görülmüş. Keyfim yerinde.
Hemen bitişiğimde duran masaya takılsa gözüm.
Sıcak bir çay, yanında o çaya batırmalık bisküvi.
Hemen yanlarında genişçe bir tabak.
Salkım salkım üzümler olsa içinde.
Birkaç dilim kavun, birkaç dilim karpuz.
Ah huzur. Gel.
Talaş : Bak bu hoşuma gitti.
Tunç : Cidden mi?
Talaş : Evet. Yani ayılıp bayılmadım tabi ama hoş yani. Kendince huzuru tanımlayabilmişsin. Ben yapamazdım.
Tunç : Cidden mi?
Talaş : Neye cidden mi? Kendince huzuru tanımlamış olman mı? Benim yapamayacak olmam mı?
Tunç : İkisi de.
Talaş : Aynı cevapları. Hazırsan cevaplıyorum. Cidden!
Bir sigara yaktım. “Ne kadar kolay aslında şu huzur. Para pulda gözüm yok ruhum uzaklaşsın bütün bu kokuşmuşluktan yeter” diye düşündüm. Talaş’a baktım bir süre.
Talaş : Üzüm getireyim mi? Seversin.
Tunç : Hadi getir. Çok heyecanlandım.
Talaş mutfağa gitti arkasından bağırmaya başladım.
Tunç : Gel gidelim yahu. Ne dersin? Denize kıyısı olan bir yere gidelim diyorum. Ne dersin? Şehir hayatından, trafikten, hadsiz komşulardan, bitmek bilmeyen düğün organizasyonlarından kurtuluruz. Ne dersin? Ruhumuz arınır bence. Bu şekilde olmuyor yani. Ne dersin?
Kapıda bir karartı gördüm. Karartıyı fark etmemin üzerinden saniyeler geçmeden talaşın yere düştüğünü gördüm.
Tunç : Taalaaaaş!! İyi misin??