Her 18 Mart’ta aynı yanlış bilgiler, aynı resimler. Aynı cümleler. Bürokrasinin 18 Mart yorgunluğu bile aynı. 18 Mart’tan önce çok yoğundurlar. Aman sorma elemanları!
Nasıl çalışıyorlar, nasıl çalışıyorlar bir bilseniz… Sonra ‘Çok’ yoruldukları için bir 15 gün daha görünmezler. Bir işin düşsün, ‘Abi 18 Mart’tan çıktık, kendimize ancak geliyoruz.’ diyerek insanı pişman ederler.
Elbette törenlerin planlanmasında ve uygulamasında görev yapan gerçek emekçilerin hakkını yemiyorum. Onlar görünmez olurlar zaten. Çıtları çıkmaz, şikayet etmeden işlerini yaparlar. Onlara selam olsun. Hakkımız helal olsun. Hele güvenlikçilerin…
Tereyağından kıl çeker gibi işlerini hallediverirler, ruhumuz bile duymaz. Benim derdim yaygaracılar ve şov peşinde koşanlar. Siz anladınız…
Daha önce yazdığım bir yazıyı tüm kahramanlar bir daha alıntılıyorum. Bakın gerçek neymiş…
Çanakkale Savaşları sırasında Kastamonulu İsmail, anne ve babasına yazmış. (*)
“…Anam beni bu çadırda ölsün diye doğurmadı.”
Bu cümle ona ait değil. Memleketlisi (Aynı zamanda mektubu da yazan) Mehmet Mustafa Çavuş’a ait.
İsmail ve arkadaşları, Gelibolu’ya (Saros) gelmişler ve çadırlara yerleştirilmişler. Geceleri top sesleri duyuyorlar, gündüzleri düşman gemilerinin top atışlarını görüyorlar ama cepheye uzaktalar. Bu duruma üzülüyorlar. Komutanları, kardeşleri için savaşının gerisinde bulunmaları gerektiğini söyleyerek teselli etmeye çalışıyor.
Sıcak bir yaz gecesi (Temmuz), çadırlarının bulunduğu kampa gelen bir süvari cepheden haberler getiriyor: “Seddülbahir denen bir kale civarında kardeşlerimizin şan ve şerefle sıcak bir savaşta olduğunu, bizim ve onların mutlaka zafere ulaşacağımızdan bahsetti. O gittiği zaman uyuyamadık.”
İşte o sırada, İsmail’in mektubunu da yazan memleketlisi Mehmet Mustafa Çavuş ayağa fırlıyor ve bağırmaya başlıyor: “İnşallah, kerim olan Allah’ın da inayetiyle, anam beni bu çadırda ölsün diye doğurmadı. Sizden kim adamsa beni takip etsin.”
Silah taşımayan, ilaç şişeleri olan bir çanta taşıyan yaşlıca bir adam,
Ahmed: “… müsaade almadan nasıl bu adamları dışarıya götürüyorsun?” diyor ama Mehmet Çavuş: “Bizim subaylardan değil, yüksek komutandan, Alman Liman Paşa’dan müsaade almaya gidelim.” diyerek Ahmed’i razı ediyor.
Başta Mehmet Mustafa Çavuş, İsmail ve diğer askerler, sabah ağarmadan önce sırt çantalarını yüklenip saatlerce yol kenarından yürüyorlar. Yaptıkları, askerlikte firar etmek demek. Ama umurlarında değil. (Bu arada cepheye yapılan yürüyüşlerin düşman uçaklarının saldırısından sakınmak için gece yapıldığını not edelim.)
Sabahın bir saatinde cepheye intikal eden pek çok askerin buluşma noktası olan bir yerde duruyor, Liman Paşa’nın karargâhını öğreniyor ve buluyorlar da…
Gerisini, askerin ismini tam telaffuz edemediği için ‘Kalınkeser Paşa’ dediği Hans Kannengiesser’in anılarından öğrenelim (O’na da Liman Paşa aktarmış):
“Çadırdan dışarı çıktığımda, terden sırılsıklam olmuş, toz-toprak içinde kalmış, altı piyadenin karşımda ‘Hazır-olda’ durduğunu gördüm. En yaşlısı tercüman aracılığıyla diyordu ki: ‘Paşa’, bizim birlik, savaş yapılmayan bir yer olarak, Saros Körfezi’nin üstünde bulunuyor. Burada ise, kardeşlerimiz ağır bir savaşın içindeler. Senin bizi burada bir cepheye yerleştirmeni rica etmek için, Alayımızdan kaçtık.”
Devamı İsmail’in mektubunda:
“O bize bir baba şefkatiyle davrandı, yemek verdi ve bize ‘Siz kötü bir harekette bulunmuşsunuz. Subay ve birliğinizden izin almadan, orayı terk etmişsiniz. Fakat, size yine de kahraman savaşçılar gibi işlem yapılacak. Çünkü siz, kardeşleriniz savaşırken, boş ve serbest kalamazsınız. Bu gece, benim çadırımda kalınız ve yarın sabah sizi düşmana karşı göndereceğim.’ dedi.”
Kalınkeser (Kannengiesser) Paşa anılarında, askerlerin ricalarının uygun görüldüğünü ve gönderildikleri birlikte üçünün hemen vurularak şehit olduklarını yazıyor. Hayatta kalan ise İsmail’dir.
Evet bizim bürokrat her 18 Mart zamanı bir yorulur bir yorulur hiç sormayın!
(*) Çanakkale Mektupları, Dr Ömer Çakır, Akçağ-2009/Çanakkale’de Türklerle Beraber,
Hans Kannengiesser, Timaş-2009