AKŞAM
Sırtında sayısız acı bırakan bu sert yağmurun doluya dönüp dönmediğini anlamak için koşturdu, zihninin zamandan bağımsız olduğu o kapıya doğru. Havlayan köpeklerin çektiği acıyı kapının eşiğinde bile duyuyordu. Korku ile öfke arasındaki ince ağır duygusu kapıyı sert bir şekilde kapatmasına neden olmuştu. Islak botlarını çıkarmadan attığı adımlar, eskimiş ahşap zeminin çatlağından kendisine ürkek ürkek bakan farenin yüzüne damlamıştı. Bilmiyormuşçasına kaset çalarının en heybetli düğmesine uzandı. Çıkan cızırtıların ne olduğunu anlamaya çalışmadan tüyunledi, Sessizliği duyunca durdu. Başlayan parçanın geceye en güzel muhabbet olacağından habersiz, gün batımını sevmeyen bir ressamın tuvali siyaha boyayışını izledi.
SANIK
Sanık ve tanık aynı sandalyede yan yana oturuyorlardı birbirlerinden habersiz. İkirciliğin birinci şartını çiğnemişti içlerinden birisi. Görünmezlik oyununun son perdesinde açılmıştı gözleri. Kendisi yapmamıştı bunu. Açıldı. Ve saçıldı bütün gözler, gözbebeklerinin ardına. Kapatmak değil aklına, saçlarının ucuna bile gelmedi pencere korkulukları ardındaki hokkabazın bakışlarından. Sihir değildi. Büyü değildi. Gerçek değildi. Hayal değildi.
Görüntünün görünmeyen hissiyatları karşısında eğilip bükülen zihni, onu kendisinden kendisine atıyordu durmadan. Kendinden kendine düşüşünün yirmi yedinci sahnesinde filizlendi göbek deliğindeki hissiyatın bağı, yanında oturandan farklı olarak. Kestiremediği en keskin kesiğini yemişti bedeninden bir ete. Hayata düşüşünün son anındaki ilk nefesindeydi şimdi. Ve Gerçeğin gölgesindeki Hokkabazın gülümsemesiydi, gözbebeklerinden sanığın – tanığın sandalyesine akan.