Bazen an gelir, içindekini söyleyemezsin. Kelimeler dudaklarından dökülmez. Boğazında bir düğüm toplanır. Yutkunman zorlaşır ve gözlerin dolmaktadır. O anda nefes alamazsın, yazamaz, çizemezsin. Felç geçirmiş gibi öylece durursun onun karşısında, acı çekersin…
Susarsın bazen, sadece susarsın. Anlamasını beklersin ondan ama anlamaz, belki de anlayamaz. Senin onu düşündüğün kadar düşünmemektedir. Sana verebileceği değer pek azdır onda. Bazen an gelir, karşı koyamazsın hiç kimseye. Uzaklaşmak istersin ve ilk fırsatı değerlendirirsin. Ne demişler, “Acı çekiyorum, bir daha acı çekmemek için…”
Hiç kimse fark etmez nereye gidiyor yürüdüğü yollar. Her yol bir amaca ulaştırabilirmiş gibi sanki. Kimiz biz? Aynadaki yüz çok tanıdık geliyor. Bir yerden tanıyormuşsun gibi ama bir türlü hatırlayamadığın o çıldırtıcı his… Kanal ayarları bozuk bir televizyon gibi. Deli gibi basıyorum tuşlara büyük bir cızırtı, belli belirsiz yüzler… Kahretsin seçilmiyor! Oralarda birisi var ama kim? Bir gidip bir geliyor görüntü. Uzun bir zincirin ucuna bağlanmış duvar saati gözbebeklerimi huzura kavuşturuyor. Hatırla diyor bir ses. Yumuşak ama hükmedici. Bir zamanlar olduğum kişi büyük bir cızırtıyla beliriyor aniden ve hemen yok oluyor. Sonra aniden balonlar uçuşuyor rengarenk ama en çok mor…
Mor seviyor bu kişi. Etekleri uçuşan bir kız çocuğu bana dönüyor. Kahkahaları çınlıyor, diz kapakları kanadığı halde. Umurunda değil hiç bir acı. Sadece koşuyor saçları zıplıyor, yaraları kabuk bağlıyor. Düşündükçe kayboluyor insan. Bir zamanlar kim olduğumuzu bilmek bugünkü durumunu ne kadar etkiler bilemiyorum, ama en çok olmak istediğinle dönüştüğün şey arasındaki farkı bilmek, işte bu! Bunu bilebilmek insanı ayıltıp kendine getirebilir. Onca hayatı içip hem de aç karınla daha sonra kendini kaybetmiş bizlere birer soda limon gerekli. Ya da yüzümüze tüm gerçekliğiyle çarpıp ruhumuzda yankılanacak buz gibi su gerekli.