Doğup büyüdüğüm şehirde insanlar futbolla yatar, futbolla kalkar. Ya kırmızısınızdır (Liverpool) ya da mavi (Everton). Doğduğunuzda renginizi babanız belirler. Söz konusu iki rengin asla ve kat’a karşılaşmaması gereken bu rekabet Liverpool’dan Manchester’a, hatta daha ötelere kadar uzanır. Çocukken yaramazlık yaptığımda annemin, “Uslu durmazsan maça gidemezsin,” demesi yeterliydi. Olduğum yerde donup kalır ve azizlere yaraşacak şekilde terbiyemi takınırdım. Her hafta sonu büyük bir huşu içinde Anfield mabedinin yolunu tutar, deplasmandaysak da takımın peşinden yollara düşerdik. Babamın haftalık ruh hali, o haftaki maçı kaybetmemize ya da kazanmamıza bağlı olarak değişirdi.
Türkiye’ye taşındığımda burada insanların futbolla yatıp futbolla kalkmadığını gördüm. Hayır, Türkiye’de futbol insanların damarlarında akan kandı.
Maç günleri Galatasaray TV’deki yorumcuları seyrediyorum. Her golü yeni bir bebekleri dünyaya gelmişçesine kutluyorlar, gol yendiği takdirdeyse kalemler havada uçuşuyor, fincanlar masaya çarpılıyor, yorumcuların idam mangasının karşısında dikiliyormuş gibi kaşları gözleri oynamaya başlıyor. Yenilgi gözlerini umutsuzlukla dolduruyor. Görseniz, bütün akrabalarını taşıyan uçağın yere çakılmak üzere olduğunu zannedersiniz.
Sayıları epeyce fazla olan televizyondaki spor kanalları maçtan önce “Maça Doğru” programıyla işe koyuluyor. Takım otobüsünün otelden ayrılışı sırasında kameralar kraliyet düğünü varmış gibi her açıdan çekim yapmaya çalışıyor, olay yerindeki muhabirlerse kimi yakalayabilirlerse onunla röportaj yapıyor. Ondan sonra maç başlıyor, oynanıyor ve sona eriyor ama her şeyin burada bittiğini zannederseniz yanılırsınız, çünkü aslında bu sadece başlangıç.
Her maçın her saniyesi, muhabirler yorgunluktan ölene ya da siz artık gözlerinizi açık tutamaz hale gelinceye dek (artık hangisi önce olursa) cinayet mahalliymiş gibi didik didik inceleniyor. Acaba şurada elle mi oynanmış? Tam o an bir daha, bir daha, bir daha gösteriliyor, yorumcular görüşlerini bildiriyor. Başlangıçta yok canım, ne elle oynaması diyorsunuz belki ama aynı görüntüyü saatlerce tekrar tekrar seyrettikten sonra kendi akıl sağlığınızdan şüphe etmeye ve orada olmayan ellerin topa vurduğunu görmeye başlıyorsunuz. En kötüsü de 0-0 biten sıkıcı bir maç. O zaman analizler acaba şu korner miydi değil miydi diye karar vermek için yapılıyor. İlk seyrettiğimde saçmalık canım diye düşünmüştüm, bir saatlik tekrar gösterimin ardından kan çanağına dönmüş gözlerimle evet, kornermiş diye haykırıyordum. Kennedy cinayetini çözmüş kadar sevinçliydim.
Türkiye’de futbolun merkezi İstanbul, üç büyükler olarak adlandırılan Galatasaray, Fenerbahçe ve Beşiktaş da sahnenin hâkimi. Hükümetle güçlü bağları olan dördüncü bir İstanbul takımı daha var aslında. Bu dördüncüsünün taraftarlarını mütevazı bir mutfağa rahat rahat sığdırabilirsiniz, hatta geriye epeyce de yer kalır. Başakşehir Belediye’ye diğer üç ezeli rakibin taraftarlarını birleştiren bir hınç besleniyor diyebilirim.
En büyük rekabet içinde olan iki takım açık ara ile Galatasaray ve Fenerbahçe. İki takım karşılaştığında, özellikle son dakikalarda, kaybetmekte olan takımın tek çıkış yolunun karşı takımı yaralayıp sakatlamak, hatta belki de öldürmek olduğuna karar vermesi sıradan bir şey. Sarı ve kırmızı kartlar konfeti gibi havada uçuşur.
Liverpool’un eski oyuncularından olan ve Galatasaray teknik direktörlüğü yapan Graeme Souness, Fenerbahçe sahasının başlama noktasına Galatasaray bayrağı dikmenin şahane bir fikir olduğuna işte böyle bir ortamda karar vermiş. Bu hikâyeyi anlatmak üzere hayatta kalmış olması gerçek bir mucize.
Tuttuğum takım Liverpool’la bağlantısı olan bir başka takım da Beşiktaş. 2000’lerin ortasında Liverpool bir maçta Beşiktaş’I 8-0 yendi. Bizim tarihçemizde küçük bir ayrıntı olan bu skor, Beşiktaş taraftarları için boğaya sallanan kırmızı flama gibi. Birkaç sene önce Beşiktaş’a 1-0 yenildiğimiz bir maçın ardından üstümde Liverpool formamla İstanbul’da gezerken peşimize takılan iki ufaklıktan biri arkadaşına fısıltıyla benimle dalga geçmesini öğütledi. Arkadaşıysa öfkeli bir fısıltıyla hemen susturdu onu. Ya o da benimle 8-0 diye dalga geçerse?
Daha kısa bir süre önce, bahis oynadığım bayideki müşterilerden biri Beşiktaş’ın Türkiye’nin en büyük kulübü olduğu hakkında övündü durdu, sonra bana hangi takımı tuttuğumu sordu. Liverpool cevabını alınca fena halde paniğe kapıldı ve işimi bitirip çıkana kadar benimle iyi geçinmek için elinden geleni yaptı.
Günün birinde saldırıya ya da soyguna falan uğrayacak olursam karşımdaki kişinin Beşiktaş taraftarı çıkması en büyük umudum, böylece sadece 8-0 diyerek onu felce uğratıp yakamı kolayca kurtarabilirim.
Bütün bu anlattıklarım elbette futbol çekişmelerinin ve şakalaşmalarının bu oyunu seven insanlar arasında kendine has bir lisan olmasının bir sonucu. Beni sorarsanız, en büyüğünden en küçüğüne kadar bütün Türk takımlarına bayılıyorum.
Bir keresinde Hacettepespor’u stadyumda seyrettim ve hakeme Türkçe olarak “acemi” diye bağırmayı öğrendim. Ha bir de stadyumda taraftardan çok polis vardı.
Türkiye’deki futbol tutkusu bulaşıcı, bu da milli takımda en güzel şekilde kendini gösteriyor.
Ömrümün sonuna dek İngiltere’yi tutacağım ama takımımız zaman zaman tutkudan ve bağlılıktan yoksun bir oyun sergiliyor, futbolcularımızsa oynamaktan ziyade parti parti gezmekle ilgilendikleri gibi genel olarak disiplinden yoksunlar.
Türk milli takımı için böyle bir şey söz konusu değil. Maçtan önce oyuncular milli marşı varlıklarının her zerresinde hissederek büyük bir coşkuyla söylüyor. Sahada kimse itaatsizlik etmiyor, formaya ve ülkeye duyulan sevgi her şeyin üstünde. Şu andaki takım yetenekli oyuncularla dolu, ben de her maçta onları alkışlıyorum. Yaklaşan Avrupa Şampiyonası’nda mutlaka başarılı olacaklar. Olur da şampiyona sırasında Türk ve İngiliz milli takımları karşı karşıya gelirse evimin dışına iki bayrağı yan yana asacağım. Gerçi İngiliz bayrağını hemen indiririm herhalde, çünkü nasıl olsa kaybederiz.