VI. Aynı Göğün Altında (Çanakkale)
İkinci kattaki dairemizin penceresinde oturmuş, karşı taraftaki apartmanlara bakıyorum, halimden pek memnunum. Eşim, yaşadığımız Ayvalık’tan günübirlik geldiği Çanakkale’de baş döndürücü bir hızla buldu bu evi. Yola, kaygılarımla taleplerimin upuzun listesiyle silahlanmış olarak çıkmıştı: Çok yüksek olmasın, fabrikalara yakın olmasın, hava kirliliği olan yerlere, hapishanelere yakın olmasın, hoparlörlerden eve bangır bangır ses dolmasın, gürültücü komşularımız olmasın, en önemlisi de yabancı düşmanlarından uzak olsun. Şimdi bakınca bu endişeler öyle komik görünüyor ki.
Etrafı dağlarla çevrili bir düzlükte uzanan Çanakkale’de evler, Türkiye’deki başka şehirler gibi çoğunlukla apartman daireleri. İngiltere’de dairede yaşamak bir tür basamaktır, kendi ayaklarınızın üstünde durmaya yeni başladığınızda bir apartmanda oturabilirsiniz ama sonunda mutlaka müstakil bir eve geçersiniz. Hani ne derler, “İngilizin evi kalesidir.” Annem de bu fikre sıkı sıkıya bağlıydı. “Ya, apartman dairesi demek.” Sesini duyan, evsizliğin eşiğinde olup mukavva bir kutuda yaşamaya başlayacağımı zannederdi.
Oysa şu anda dışarı bakarken her şey çok huzurlu görünüyor. Karşımızda, bizimki gibi dört katlı bir apartman var. İnsan yalnızlık çekmiyor, aksine bir şeyin parçası olduğunu hissediyor. Pencereden, ayaklarını sürüye sürüye okula giden, sonra da hafiflemiş adımlarla hoplaya zıplaya dönen çocukları, alışverişe giden anneleri, şuraya buraya öteberi, erzak, eşya dağıtan kamyonetleri, belli bir yere gitmek için değil de sırf gezmiş olmak için ağır ağır yürüyen yaşlı adamları görüyor, seslerini duyuyorum. Gürültüler gürültü değil, insan seslerinden yumuşacık bir koro, artık benim de bir parçası olduğum bir yaşam senfonisi. Bazen sabahın çok erken saatlerinde sarhoşun birinin kendi kendine alçak sesle şarkı söylediği çalınıyor kulağıma, çakırkeyif haldeyken bile başkalarına saygı göstermekten vazgeçmeyen bir adam.
Sokağımızın köşesinde, aslına bakarsanız hemen her sokağın köşesinde küçücük vahalar sayılabilecek parklar var. Kimileri bizimki gibi, futbol sahasının dörtte birinden bile küçük ama ağaçlarla, piknik masalarıyla dolu. Mahalle sakinleri bu parkların keyfini sürmeyi hiç ihmal etmiyor. Anneler parkı gören evlerinin mutfak penceresinden aşağıda oynayan çocuklarına göz kulak oluyor, öğrenciler okuldan sonra parklarda buluşuyor, kadınlı erkekli şehir halkı çalışarak geçen günün yorgunluğunu hemen yakındaki pazardan yüklenip getirdikleri taze meyveleri yiyerek, bir şeyler içerek atıyor. Ben de bu küçük vahada kitap okuyup çevreyi seyrediyorum. Aslına bakarsanız piknik masaları Çanakkale’de son derece seviliyor, nereye gitseniz mutlaka oturacak bir piknik masası buluyorsunuz. Şehri planlayanlar insani ihtiyaçları unutmadan büyük bir titizlikle çalışıyor belli ki, sokaklarda asılı posterlerdeki mavi gözlü adam da yapılanları onaylar gibi bakıyor.
Şehrin sokaklarında dolaşırken, Türkiye’de gittiğim bazı şehirlerin başka bir ülkede olduğu hissine kapılmam bence anlaşılabilir bir şey. Bunu biri diğerinden daha kötüdür demek amacıyla söylemiyorum ama aradaki farklar o kadar çarpıcı ki.
Buraya taşındığımız gün, kordon boyunda bir restorana gittik. Havalar hâlâ sıcaktı. Restoranda genç bir kadın yanında ufak kızıyla oturmuş keyifle birasını içiyordu. Batı ülkeleri için yeni bir şey değil ama Türkiye’de daha önce böyle bir şey görmemiştim, eşim kendisinin de hatırlayamadığını söyledi. Küçük kız “Frozen” filminin karakterlerinden biriyle süslü simli bir şeyler giymişti, masamızın etrafında koşuyor, bana her yaklaştığında çığlıklar atarak kıkır kıkır gülüyordu. Biralarımızı bitirdiğimizde Türkiye’de olduğumu unutmuş gitmiştim, suyun karşı tarafına bakınca Liverpool manzarasını göreceğimi sandım. Oysa karşımda bir görünce bir daha unutamayacağınız görkemli ve trajik Gelibolu vardı. Kendimi evimde hissettim, hâlâ da öyle hissediyorum.
Çanakkale’nin sokakları samimi ve güvenli. Yüksek sesle konuştuğum Liverpool aksanlı İngilizceme kimse kaşlarını kaldırmıyor burada, başka yerlerde bazen başıma geldiği gibi herkesin bakışlarını üstüne toplayan yabancı değilim, gösteri yapan bir şempanzeymişim gibi benimle fotoğraf çektirmek isteyenler de yok.
Çanakkale’de kadınlar da istenmeyen erkek ilgisine ya da tacize maruz kalmadan, korkmadan istediklerini giyebilecek, istediklerini yapabilecek özgüvene sahipler. Bunun Avrupa’nın her yerinde böyle olduğuna dair yanlış bir algı var, öyle olmadığına sizi temin edebilirim. Çanakkale’deyse bir taksi şoförünün söylediği gibi, “Gece ya da gündüz kadınlar sokaklarda güvenle yürüyebilir.” Şoför bunu şehrinin bir şeyi doğru yaptığının bilinciyle gururla söylemişti.
Sokaklardaki, barlardaki, restoranlardaki insanların saygılı, yumuşak mırıltıları, herkese kucak açan parklar, piknik masaları, tanımadıkları kişilere daima nezaketle yaklaşan insanlar. Hatta bir keresinde otobüste çantalarımla ayakta durmakta zorlandığım sırada ufak tefek yaşlı bir kadın bana yerini teklif etti, olmaz dememe rağmen kolumdan tutup zorla oturttu.
Kadınların kendilerini güvende hissetmesinden başka dikkatimi çeken bir şey daha var, engellilerin kapalı kapılar ardında tıkılıp kalmadan günlük hayatın her yerinde görünür olması. Ne yazık ki Türkiye’de pek sık rastlamadığım bir şey.
Çanakkale’nin hâkim figürü, Gelibolu’daki başarılarıyla cumhuriyetin kurulmasının yolunu açan ulu önder Mustafa Kemal Atatürk. Atatürk’ün idealleri ve vizyonu bugün hâlâ bu şehrin sakinlerinin pek çoğunun yüreğinde ve zihninde. Bu ideallere uygun yaşamaya çalışma çabaları gayet açık.
Bu yazıya “Aynı Göğün Altında” başlığını atarken, Çanakkale’yi Türkiye’deki diğer şehirlerle karşılaştırmak vardı aklımda. Oysa onun yerine bugün, yani 10 Kasım günü saat dokuzu beş geçe sokakta saygı duruşunda yanında durduğum insanları yazdım. Herkes arabalarından indi, otobüsler durdu, yaşlı erkekler yol kenarlarında başlarını önlerine eğdi. Hepsi “aynı göğün altında” yaşıyor ve Atatürk’ün ideallerine ulaşmak için çalışıyor.
İnsanı derinden etkileyen iki dakikalık saygı duruşunun ardından, ayağımdaki yaranın devam eden tedavisi için haftada üç gün yaptığım üzere üniversite hastanesine gittim. Sevgili doktorum, üstünde Atatürk’ün bir asker ve daha sonra bir devlet adamı olarak resimlerinin yer aldığı tişörtüme iltifatlar yağdırdı. Resepsiyon masası çalışanları, bir yabancının Atatürk’ün ölüm yıldönümünde böyle bir tişört giymesinden büyük mutluluk duyduklarını dile getirdiler.
Bilmedikleri şey şuydu, artık ben de onlarla “aynı göğün altında” yaşıyorum ve buna büyük şükran duyuyorum.