V. İstanbul Adlı Küçük (!) Köy
İstanbul’un bir zamanlar, belki birkaç bin sene önce deniz kıyısındaki küçük bir köy olduğuna kuşkum yok ama köprülerin altından çok sular akmış. Türkiye’de ziyaret ettiğim ilk yer İstanbul’du.
“İstanbul’a gidiyorum.” Ayın karanlık yüzüne gidiyorum demiştim sanki, çünkü batılı gözlerde bu şehrin adı gizemle, başka bir dünyayla eş anlamlı. Benim içinse bunlara ek olarak bu isim kesinlikle anlayamadığım bir sebepten ötürü içimi saf bir heyecanla dolduruyordu.
İş arkadaşlarım artık çocukluktan çıkıp liseye başlamak üzere olan bir çocuğu okula yolcu ediyormuş gibi arkamdan el salladı. “Her şey çok güzel olacak,” deyip duruyorlardı.
Güzel de laf mı! Eskiyle yeninin baş döndürücü bir birleşimi, her köşe başında görecek, yaşayacak yepyeni bir şey: Halk dansları oynayanlardan lüks kuyumculara, geleceğinizi söyleyen tavşanlı adama kadar. (Bu arada, burnuyla küçük bir kâğıt parçası çekmek suretiyle gelecekten haber veren tavşandı, adam değil.)
İnsanı huşu içinde bırakan Sultanahmet Camii, o sırada iki dinin birlikte yaşamasının bir anıtı olan Aya Sofya, turistlerin gözdesi olan yerlerin hepsi nefes kesici. Avrupalıların daha az bildiği bir yerse, herkesin gezip dolaştığı binaların hemen kıyısındaki gösterişsiz bir bina: Yerebatan Sarnıcı.
Binaya giriyor, girmenizle de Romalıların devrinden beri el sürülmemişe benzeyen yeraltındaki bir dünyaya gömülüyorsunuz. Şehirde yaşayanlar için bir su deposu. Görkemli sütunlarla ta dip taraftaki Medusa kafası güzelliği de, gizemi de misliyle artırıyor. İnsan zamanda geriye gidiyor âdeta.
İstanbul kalabalık nüfusuyla, gürültüsüyle, hızla çoğalan, kanser tümörünü andıran ve tarihi siluete gölge düşüren çok katlı binalarıyla kaynaşıp duran bir şehir olsa da Boğaz hattında karınca yolu gibi zikzaklar çize çize gezen eski bir vapura binip her şeyden kaçmanız mümkün. Sallantılı, eski koltuklarda arkanıza yaslanıp tarihi içinize çekiyorsunuz. Kadim Osmanlı binaları, bağımsızlık savaşları, bu şehrin ele geçirilmesi için yapılan savaşlar. Öte yandan tıpkı sevgili Mersey nehrim gibi, bu sular da insanın içine sızıyor, her aklınıza geldiğinde içinizi neşeyle ve hayranlıkla dolduruyor. Nedendir bilinmez.
Avrupa yakasına yaptığımız gezilerden birinde İstanbul’daki LGBTi onur yürüyüşüne denk geldik. Dünyanın dört bir yanındaki pek çok ülkede âhenkle ve neşeyle kutlanan bir etkinlik. Türkiye hariç. İlk başta, rengârenk giysiler içinde şarkılar söyleyen, dans eden insanları seyrettik, biz de onlara katıldık. Derken uzun boyum sayesinde kalabalığın üstünden ileriyi görebildiğim için bir şeyi fark ettim: Sokağın ucunda polisler toplanıyordu. Kız arkadaşımı en yakındaki mağazadan içeri ittim, o sırada polis de yürüyüşe saldırdı. Coplar havada sallanırken biri bana dönüp kül rengi olmuş yüzüme bakarak büyük bir sakinlikle, “Affedersiniz beyefendi, lütfen dışarı çıkmayın,” dedi. “Tabii, tabii, çıkar mıyım,” diye cevap verdim. İçten içe lütfen bana vurmayın diye bağırıyordum.
Sonunda yakınlardaki bir Rum kilisesine sığındık. Kilisede sürüp giden âyin, göstericilerin korku ve acı dolu çığlıklarıyla bastırılıyordu. Rahip hiçbir şey söylemedi, hiçbir şey olmuyormuş gibi öbür yanağını çevirdi. Oysa İsa olsaydı kapıları açıp herkesi içeri alırdı bence. Hıristiyan inancımdan utandım.
Dışarıdaki gürültüler yatışmaya başlayınca tehlikeyi göze alıp çıktık, pek çok yan sokağın birine saparak bir bara vardık. Elle tutulur şekilde rahatlamıştım ama korkudan ve üzüntüden titriyordum hâlâ. Oturduğumuz masadan, eski bir soygun filmini andıran manzarayı seyrettik. Coplu polisler göstericileri şehrin dört bir yanında kovalıyordu. Kovalananların arasında değildik. Başka bir şekilde ifade etmek gerekirse, İstanbul’da eşcinsel olmak kolay değil.