Mekan mimarlığın en önemli konusudur. Mimarlık tarihi aslında insanlığın geçmişten günümüze tasarladığı mekanların bir tarihidir. Farklı medeniyetler farklı yönetim, yaşam ve inanç biçimlerine, farklı yapım tekniklerine sahip olmuşlar, bu farklılıklar benzer ihtiyaçların çok farklı mekan anlayışlarıyla karşılanması sonucunu doğurmuştur. Bölgenin iklimi, yapı malzemesi temini bu farklılıklara daha fazla renk katmıştır. Böylece sadece tarih içinde değil, aynı çağda dahi mekan ülkeden ülkeye, milletten millete farklı şekilde deneyimlenen çok önemli bir olgudur. Mekana yüklenen farklı psikolojik/simgesel anlamların katkısı da mekanın ne şekilde algılandığı üzerinde doğrudan bir rol oynar. Bazıları için kutsal olan mekanlar diğerlerine bir şey ifade etmeyecektir.
Mekan özetle; içinde kendi fizyolojik, psikolojik, eğitsel, sosyal, politik ve spiritüel ihtiyaçlarımızı karşıladığımız, eylemde bulunduğumuz kendini çevreden belli bir ölçüde ayıran hacimdir. Sınırlayıcı öğelerin farklılığına göre üç tip mekandan bahsetmek mümkün. Doğal, yapay ve karma. Doğal mekan insan tasarımı ve yapısı olmayan doğal çevreyi işaret eder. Yapay olan tamamen insan tasarımı ve yapısıdır. Karma da adından anlaşılacağı gibi doğal ve yapay unsurların birlikte bulunduğu mekanlardır. İlkine bir ormanı, bir vadiyi ya da bir mağarayı, ikincisine bir sergi salonu veya konutu, üçüncüsüne de bir mesire alanını veya sahil şeridini örnek verebiliriz.
Mimar hangi ölçekte olursa olsun mekan tasarlayan kişidir. Çünkü kabile hayatı sürmüyorsak yapılı çevre biz modern insanlar için kendimizi güvende hissettiğimiz, barındığımız, eğlendiğimiz, iş yaptığımız, ibadet ettiğimiz, kurumsallaştığımız kaçınılmaz bir ihtiyaç. İlkel adam belki duvarlar arasında ölmeyi tercih etmezdi ama bizler vahşi doğada yaşamımızı sürdüremiyoruz.
Ne olusrsa olsun mekan, onu oluşturan unsurların bir toplamı değildir. Başka bir şeydir. İnsanı çevreleyen, onu sınırlayan, bu sınırlar içinde var olmasını sağlayan bir şey, bir olgu. Her ne kadar temelleri fiziksel dünyada olsa da mekan aslında, insanın o fiziksel unsurların kompozisyonu ile kurduğu ilişkinin kavramsal bir sonucudur. Yani bir taraftan biz bir mekanın içindeyken öte yandan mekan da zihnimizin içindedir. Tıpkı Matrix filminde Neo’yla Morpheus arasıdaki dialog gibi: – “Bu (içinde bulunduğumuz boş mekan) gerçek mi? – Gerçek’ten ne anladığına bağlı? Her şey beynimize iletilen sinirsel sinyallerden ve onlara verdiğimiz tepkilerden ibaret.”
Mimar olarak inşa edilecek mekanları zihnimizde tasarlarız ama mekanı deneyimleyen kişi olarak onu algılar ve zihnimize tekrar yaratırız. Bu durumda mekan algımız kim olduğumuzla, hangi topraklarda yetiştiğimizle, inançlarımızla, sosyo-ekonomik durumumuzla hatta o anki psikolojik durumumuzla bile ilgili olarak oldukça öznel bir nitelik kazanır. Ve mekan kendisi varolmaktan çok algıladığımız bir şeye dönüşür. Son yıllarda yapılan psikoloji deneyleri görme duyusunda doğuştan sahip olmasak bile üç boyutlu mekan algısına doğuştan sahip olduğumuzu doğruluyor. Böyle olduğunda bir mekanın yaşanabilir, güvenilir olup olmadığı aslında zihnimizdeki mekan fikrine ne kadar benzediğiyle dolayısıyla belleğimizle ilişkili olur. Ayrıca Alman filozof Kant mekan algımızın a priori yani deneye dayalı olmadığı fikrini savunur.
Mekan aynı zamanda bir aidiyet konusudur. Çünkü insanı yaşadığı fiziksel ortamdan izole etmemiz mümkün değildir. İnsan nefes almalı ve beslenmelidir. Yaşadığı çevrenin bir parçasıdır ve ondan ayrılamaz. Bu da aslında bir anlamda bizim yaşadığımız çevreye ait olduğumuz sonucunu doğurur. Nasıl ki tasarımcılar olarak yapılı çevreyi, kullandığımız eşyaları, kıyafetleri, arabaları ve daha binlerce şeyi tasarlıyorsak bu tasarım nesneleri de bizi yeniden üretiyor ve eskiden olduğumuzdan başka bir şey haline getiriyor. Akıllı telefonların piyasaya sürülmesinden ve cep telefonlarında internetin kullanılmasından beri ne kadar değiştiğimizi düşünelim. Her şey çok değişti. Mekan kavramı için de fazlasıyla durum böyle. Biz yeni bir eve taşınıyoruz, onun sahibi oluyoruz. Bize ait oluyor. Ama yaşadığımız mekan da bizi kendine benzetiyor ve bu sefer mekan bizim sahibimiz oluyor. Kimliğimizi ona dayayıp onunla anlam buluyoruz. Yeni alışkanlıklar kazanıyoruz ve düşüncelerimiz, davranışlarımız hata fikirlerimiz değişiyor.
Mekan Algısı
“Su balığın gözüne o kadar yakındır ki balık suyu görmez.” Aynı şekilde biz de içinde yaşadığımız mekanlarla kendimizi o kadar özdeşleştirdiğimizde aslında mekan farkındalığımızı yitiriyoruz. Onun dışına çıktığımızda, yeni yerler ve ülkeler gezdiğimizde, geceleri rüya görürken mekan algımızı tazeliyoruz. Kendimizi, “yaşamak için mekana ihtiyaç duyan varlık” olarak yeniden üretiyoruz.
Mekanın algısında %70 görme, %25 dokunma ve %5 de diğer duyularımız etkili. Bu yüzden ışık, renk, doku ve mekanı donatan eşyalar mekanı algılayışımız üzerinde önemli bir etkiye sahip. Örneğin ışığın az olduğu bir mekanda mekan sınırlarını algılamak zorlaşacağından daha geniş bir his veriyor. Ya da inşaat halinde ve tuğlaları henüz sıvanmamış binanın odaları içine yerleşilmediği, eşya konmadığı için gözümüze daha küçük görünür. Şeffaf ve aynalı duvarlar ferahlık ve genişlik algısı yaratırken, masif taş malzemelerle örülen duvarlar mekan geniş olsa dahi psikolojik olarak darlık algısı yatacaktır. Sarı, turuncu, kırmızı gibi sıcak renkler yakın algısı yaratırken, mavi, yeşil gibi soğuk renkler bizde uzak algısına sebep olacaktır.
Köy meydanından bebek beşiğe, evimizin tuvaletinden bir alışveriş merkezinin galerisine kadar içinde yaşadığımız, gezdiğimiz, tükettiğimiz her yer aslında bir mekan. Kendisini var eden amacı gerçekleştirmek için sınırlarının olması gerekiyor. Hiçbir sınırın olmadığı bir özgürlüğü nasıl tarif edemezsek, hiçbir sınırın olmadığı bir mekanı da düşünemeyiz. Sonsuzluk insan zihninin algılayabileceği bir şey değildir. Bu halde mimar bina ölçeğinde parsel, kullanıcı ihtiyaç ve beklentileri, mevzuat, bütçe, taşıyıcı sistem olanakları, malzeme temini gibi tasarımı sınırlayan faktörleri göz önünde tutarak bina, mekanlar ve çevre tasarlar. İçinde iyi ve güvende hissedeceğimiz, dinleneceğimiz, sağlık bulacağımız, sosyalleşeceğimiz mekanlar… İçinde egomuzu cilalayacağımız, eksiliğini hissettiğimiz şeyleri gizleyebileceğimiz mekanlar… İçinde insan olduğumuzu hatırlatan, tarihle bağ kurduğumuz mekanlar… Komplekslerimize hitap eden dev, gösterişli, “en büyük”, “en güzel”, “en pahalı” yapılar… Bizi çocukluğumuza döndüren ve neşelendiren mekanlar… Bizi kibirli hissettiren “aynalı” mekanlar… Bize güven veren ve korkutan mekanlar…
Son Söz
Çok saatlerimizi geçirdiğimiz, özellikle çalıştığımız ve dinlendiğimiz mekanlarla ilgili daha fazla farkındalık geliştirmek çok zaruridir. Çünkü onlar üzerindeki etkimiz silikleştikçe bizi kendilerine benzetebilirler. Düşüncelerimizi sınırlayabilir bizi monoton bir varoluşa hapsedebilirler. Renklerin üzerimizdeki etkisinin farkında değilsek aktif karakterimizi daha da güçlendirip bizi tüketebilirler ya da bizi depresyona sokabilirler. Küçük de olsa zaman zaman değişiklikler yapmak iyidir. İçinden çıkamadığımız problemler olduğunda yer değiştirmek iyidir. Döndüğümüzde bulduğumuz mekan aynı olsa bile abiz aynı olmayacağız. Eskilerin dediği gibi “Tebdili mekanda ferahlık vardır”.
Cem KILIÇOĞLU