Bu sabah, nöbetten çıkmış eve varmadan önce ufak bir çay ocağında şehri izledim. Koşuşturmanın giderek azalttığı “farkındalığımızı” hissederken, defterime bir kaç not alıp çayımın son yudumuyla o koşuşturmaya dâhil oldum.
Artık yanımdan geçen tanımadığım her insana bakıyorum. Göz göze geldiğimizde “Merhaba” demek için. Kendi farkındalığı için, anlık mutluluklar üretmeliyiz diye düşünerek yürüyorum kaldırımda. Kaldırımın bir tarafında bariyerler var. Diğer tarafı duvar. Bir insanın yürüyebileceği o boşlukta çıkıverdi karşıma, “açamadığı çiçeği gösteren yapraklar.”
Kendi iç dünyamızda akarken zaman, bi ileri bi geri giderek sürekli düşüncelerle boğuştuğumuz anların sayısı o kadar artıyor ki, yaşamaya ve hissetmeye zamanımız kalmıyor adeta. Çoğumuz bir ârafın içinde geçiriyoruz bize tanınmış olan süreyi.
Önce durup etrafıma bakındım. Evin yolu çok kalabalık değildi. Hele ki bu saatlerde herkes çalıştığı için… Belli belirsiz bir fısıltı duyuyordu kulaklarım. Gözlerimi bitkinin kalbine dayadım. Onu duyabilmek için. Biraz eğildim, içgüdüsel olarak. “Çiçek açamıyorsak yaşıyor sayılmıyor muyuz?” Duraksayıp dizlerimin üzerine çöktüm. Tabağa yaklaşıp çiçeği inceledim biraz. Belki de gerçek bir çiçekti! Fısıltılar kayboldu kulaklarımdan. Bitkinin yapraklarına dokundum. Sert, kabuklu ve kalın yapraklarına. Kendini koruma güdüsü o kadar çoktu ki, çiçeğini çıkartacak filizi açamıyordu dünyaya. Anı kaydedip çantamda yarım kalan şişeyi çıkardım. Tabağın üzerine bir miktar su döktüm. Orda öylece kaldı. Bunu neden yaptığıma bir anlam veremedim. Biraz düşündükten sonra, her şeye de bir anlam verilmesinin gereğini sorguladı zihnim.
Açamadığınız bütün çiçekler için döktüm o suyu. Söyleyemediğimiz sözler, sarılamadığımız insanlar, konuşamadığımız yaralar, yaşatamadığımız yaşamlar için.
Umarım sizin çiçekleriniz de hiçbir zaman açamadan içinizde kalmaz.
Okan Batur