Distopya, yani anti-ütopya, ütopik ve ideal bir dünya anlayışının tam tersi, anti-tezi. Peki edebiyatta ve sanatta böyle korkunç bir tasvire neden ihtiyaç duyuyoruz, distopik sanat eserlerini neden üretip tüketiyoruz?
Konu sanat olduğundan, bu sorunun binlerce farklı cevabı olabilir. Her sanat alımlayıcısı distopyaları neden sevdiğine dair farklı cevaplar üretebilir. Ancak popüler cevaplardan biri, okuyucuya/alımlayıcıya korku, iğrenti, rahatsızlık hissettirerek etkide bulunmak. Sanat, üzerimizde sadece beğeni, mutluluk, uyum gibi etkiler bırakmıyor. Distopya kitapları okuyanlar, korku filmleri izleyenler, hatta hassas içerikler barındıran video oyunları oynayanlar bu fikrime katılacaktır. Sanat ve edebiyatın bir de karanlık yüzü var.
Ancak ifade ve hayal gücünden beslenen bu iki alan “karanlık yüzlerini” bir ayıpmış gibi saklamak yerine gururla sergiliyorlar. Örneğin yeraltı edebiyatı da en az bir şiir kitabı kadar edebiyat sayılıyor. Etik ve ahlak gibi alanların sanatın içinde eğilip büküldüğünü hissediyoruz. Gerçek dünyada kabul etmeyeceğimiz ahlaki durumları, kurguda okumaktan ya da izlemekten keyif alabildiğimizi fark ediyoruz. Kabul edilebilirlik ve normal ölçütlerimiz işin içine sanat ve edebiyat karışınca rafa kaldırılıyor, kitabımız bitince geri indirilmek üzere.
Epey yaygın bir kanı da şu şekildedir; distopya, okuyucuları ve sanat alımlayıcılarını dünyanın ve yaşamın en kötü şekilde nasıl sona erebileceği ihtimalleri üzerine düşünmeye teşvik eder. Bunun tam olarak nasıl bir yarar sağlayabileceği sorusunu cevaplamayı da sizlere bırakıyorum.
Berçem Şen
Dokuz Eylül Üniversitesi, Felsefe.