Saatin üzerinde birbirini kovalayan akrep ve yelkovan gibi bakıştık kısa bir an. Kimin cümleye başlayacağı kaygısının boğazında açtığı koca bir delik olur ya hani. Ve sen sözcüklerinin o delikten havaya karıştığını görürsün ve hiçbir şey yapamazsın. Tam oradaydım. Havaya bakındım. Ellerimi dudaklarına getirdim. Kupkuruydu. Hatta çatlamıştı koparılmaktan. Sıkılınca dudaklarını yerdi. O dudaklarını ben de tırnak etlerimi… İçimde zehir gibi bir boşluk oluştu. Akmıyordu, çıkmıyordu. O boşluk büyüyor ve beni de içine çekiyordu. Öksürsem rahatlayacakmışım gibi boğazım içime kaçıyordu. Boğazımda sesler bir türlü sözcüklere dönüşemiyordu. Kafamda bir cümleler dönüyordu ama ben bu dili anlamıyordum. Ne diyordu? Konuşan kimdi? Elime dokunmadan elimi dizlerime atan el kimindi?
Dizlerinde hayat yoktu. Az önce son nefesini vermiş bir can kadar ruhsuz ve hareketsiz öylece duruyordu. Hareket eden elindeki gümüş çakmak ve kirpikleriydi. Gözyaşlarını gözaltlarına saklamış gibiydi ya da ben resmi öyle çizmek istiyordum.