Bir bilgeye zehrin ne olduğunu sormuşlar. Demiş ki “İhtiyacımızdan fazla olan her şey zehirdir. Fazla güç, fazla yemek, fazla uyku, fazla ihtiras, fazla korku, fazla sakinlik, öfke fazla neşe hatta fazla iyi niyet”. Ama bence bu zehir her şeyi az yapmak veya hiç yapmamakla da oluşuyor. Yani yaşamın özü dengede kalabilmektir. Oysa hayatımızda dengenin önemini anlamak için insanın yıllarını geçirmesi gerekiyormuş. Hangi kültürden olursan ol bir bütünü oluşturan her zaman iki parça var. İki yarımdan bir bütün olmak. Gündüz – gece, kadın -erkek, karanlık – aydınlık, soğuk – sıcak vb. ve daha birçok zıtlık. Hani derler ya “Ya siyah vardır ya beyaz grisi yoktur bu işin diye. Oysa kimse düşünmez ki gri asıl dengedir. Şu hayatta sadece iyiliğin olduğunu hayal etsenize. Kimse birbirine yardım etmek için uğraşmıyor çünkü herkes zengin herkes mutlu. Ya da tam tersi herkesin kötü olduğu bir dünya. İçinde bir gram iyilikten ve umuttan eser yok. Biri umudu bitirir biri çabayı. Kötüler niye var ki diye çok duyarız. Kötü var ki iyi olabilsin. Eğer kötülük olmasaydı insanların yaptığı bir merhamet göstergesi bile anlamını bulamazdı. Aldığımız ve verdiğimiz nefesin bile uyumunu bilseydin bir kavramın eksik olduğunu düşündüğünde hayatın nasıl son bulabileceğini kavrardın.
Bazen hayatı akışına bırakmak tamamen denge arayışıdır. Teslim olmak… Zamana, çabaya, sabra, akışa teslim olmak. Bu niye böyle demeden bir tarafı seçmeden arada yaşamı sürdürmek. Yani grinin içinde güven içinde kaybolmak.
O zaman bizde akışa güvenerek Merkez Efendi’nin hikayesiyle bitirelim.
Sünbül Efendi bir gün dergahında talebelerine bir soru sorar. “Eğer dünyayı yaratan da idare eden de siz olsaydınız ne yapardınız?” Talebelerinden bazıları bütün kötülükleri yok ederdim ya da dünya da bir tane kâfir bırakmazdım gibi cevaplar vermiş. Sıra Musa Muslihiddin’e gelmiş. “Hiçbir şeyi değiştirmez her şeyi merkezinde bırakırdım.” Demiş. Ve o gün Merkez Efendi ismini almış.