Eğitimimi çok ciddiye alıyordum. Türkiye’ye taşınmamızın ardından ev ararken bir süre eşimin annesinin yanında, Ankara’da kaldık. Oradayken bir gün güzel, sakin havalı bir lokalde bir tanıdığımla buluştuk. Lokal İnsan Hakları Anıtı’nın hemen yanındaydı. Heykelin etrafına kordon çekildiğini, ayrıca orada bir sürü polis beklediğini görüp şaşırdım. Çok saçma değil miydi? Kimi koruyorlardı? Ve kimden?
Muhtemelen Türkiye’de içtiklerimin en iyisi olan fıçı biramı yudumlarken anıtın yanında arbede çıktı. Önce polisin kordonu yıkıp geçmeye çalışan kalabalık bir grup halindeki protestocularla çatıştığını sandım ama dikkatle bakınca kalabalık protestocu grubu sandığım şeyin tek bir adam olduğunu gördüm. Orta yaşlı, iriyarı bir adam polislerin üstüne atlıyordu. Adamla başa çıkamayınca takviye kuvvet çağırdılar, sonunda on polis canla başla mücadele ederek onu derdest etmeyi başardı. Adam polis minibüsüne tıkıldığı sırada hâlâ tekme ve yumruk savurmaya çalışıyordu. Civardaki çoğu genç seyirciler, buzlu latte’lerini yudumlamaya devam ederek seyretmekle yetinmişti, bir yandan da Twitter hesaplarından “Bu ne rezalet” diye yorumlar yazıp cafcaflı etiketler üretiyorlardı. Polisler adamcağızı yere yatırıp tekmelediğinde araya girme niyetiyle ayağa fırlamıştım ama birkaç kişi “Sakın” der gibi bana bakmış, diğerleriyse gözlerini yere dikmişti. O zaman belki müdahale etmenin pek iyi bir fikir olmadığını anlamıştım.
Bu olaydan sonra nereye baksam anıtın önünde polislerle boğuşan adam gibi birilerini görmeye başladım. Otoritelere sayıp sövüyor, televizyon kameralarının karşısında enflasyondan şikâyet ediyor, işin doğrusu kendilerini fark eden, seslerini duyan herkese bir güzel hareket çekiyorlardı.
Eğitimim için defterime ilk notumu aldım. İnançlarına yürekten bağlı ol ve başkalarının söylediklerine ya da yaptıklarına asla kulak asma.
Henüz resmen yaşlı olmadığım için, zamanla nihayet ihtiyar bir Türk erkeğine dönüşme hazırlıklarım için gözlem yapmaya devam ettim.
At yarışları bahislerinin oynandığı yer. Yaşadığımız küçük sahil kasabasında daracık bir ara sokak var. Altmış yaşın altında olup oraya girmeye çalışan herkesi kurşuna diziyorlar, kadınlarsa sokağa gözleri bile ilişse hapsi boyluyor. Bence. İşte bu sokağın tam ortasında at yarışı oynanan bir dükkân var. Sayısız ekranda ülkenin dört bir yanından yarışlar gösteriliyor. Bahis kâğıtları beyaz güvercinler gibi odada kanat çırpıyor. At yarışı müritlerinden oluşan bir kervan ağır ağır bir içeri giriyor, bir dışarı çıkıyor.
Dükkânın önünde yaşlı adamlar kocaman gazeteler açmış okuyor, öyle dururken yan yana dizilmiş gökdelenlere benziyorlar. Bazıları derin düşüncelere dalmış, dünya yansa haberleri olmayacak. Ellerinde kalem, bir sınavda soruları cevaplamaya çalışırmış gibi yarışları inceliyor, seçtikleri atı büyük bir dikkatle işaretliyorlar.
Karıma döndüm. “At yarışı nasıl oynanır öğretir misin bana?”
“Ben de bilmiyorum,” dedi.
“Onlara sorar mısın peki?”
Cehennem çukuruna atlar mısın diye sormuşum gibi ürperdi.
“İhtiyar adamların dünyası orası.” Sanki uzun süre önce yitip gitmiş bir medeniyetten bahsediyordu. “Sen kendin git.”
“Tek başıma?”
“Evet, tek başına.”
Vaadedilmiş topraklara altmışıncı doğum günümde ayak basmak için kendi kendime söz verdim.
Bir de kahvehaneler var tabii.
Küçük kasabamızda ne zaman hastaneye gitsek geçtiğimiz bir mahalle var, bu mahallenin ortasında da bir kahvehane. Mahallenin yaşlı erkekleri bütün gün orada oturup çay içiyor, iskambil ve okey (büyüleyici ve gizemli bir oyun) oynuyorlar.
“Bütün gün ne konuşuyorlar?” diye sordum karıma. Yine dalgın gözlerle baktı. “Kim bilir.”
Aşmam gereken en büyük güçlük bu olacaktı. Oturdum, konuşabileceğim konuların bir listesini hazırladım, bir şeyler yazıyor, sonra “Yok yok, bu olmaz” diye üstünü çiziyordum.
“Bazıları konuşmuyor, öyle uzaklara bakıyorlar sadece,” dedi karım.
Ağzım açık kaldı. Haklıydı. “E ben onu nasıl yapacağım?” diye bağırdım. “Bir saniye bile sakin oturamıyorum ki.” Gözlerime yaşlar doldu. “Asla ihtiyar bir Türk erkeği olamayacağım demek.”
Yine de yılmadım. Çalışacaktım. Ama en çetin sınavıma beni hazırlayabilecek hiçbir şey yoktu. Nereye baksam sürekli fark ettiğim bir ihtiyar adam tipi var. Hatta birini daha dün görmüştüm. Otoyolda, kuş uçmaz kervan geçmez bir yerde, etrafta in cin top oynarken yaşlı bir adam yol kenarında tek başına oturuyordu. “Bu adam burada ne yapıyor?” diye sordum karıma. “Bilmem,” dedi. “Belki biri gelip onu alacaktır.”
“Hayır,” dedim. “Baksana, yanında sandalye getirmiş. Buraya öyle bakmaya gelmiş bence.”
Karım, Mısırlıların piramitleri nasıl inşa ettiğini anlamaya çalışıyormuş gibi bir ifadeyle, “Bilmiyorum,” dedi yine.
İstasyonlardan dükkânların önüne, yol kenarlarına, deniz kenarına, nereye bakarsam bakayım bu yaşlı adamları görüyorum. Öyle kendi kendilerine oturuyor ya da dikiliyorlar.
“Ne kadar oturuyorlardır sence?” diye sordum.
Karım pes ederek ellerini havaya kaldırdı.
“Hem nerede oturacağımı ya da dikileceğimi nereden bileceğim? İhtiyar bir Türk erkeği olacak cevher yok içimde demek ki.” Üstümüze bir hüzün bulutudur çöktü.
Sonra birden her şey yerli yerine oturuverdi. Nerede durduğun önemli değldi, önemli olan insanlardı. Bu ihtiyar adamlar, dört duvarın yalnızlığından kaçmak, insan görebilecekleri bir yerde olmak istiyorlardı sadece.
“Altmış yaşına geldiğimde en iyisi sen git altı ay annenin yanında kal,” dedim karıma. “O zaman ben de yol kenarında ya da artık neresiyse orada durmak isterim, ayaklarım uygun yeri kendiliğinden bulur.”
“Aklını mı kaçırdın sen.”
“Hayır,” dedim gözümde gurur yaşlarıyla. “İhtiyar bir Türk erkeği olacağım sadece.”