…
Müşterek deneyim hem çocuk için, hem de benim için her şeyi daha katlanılır kıldı. Türkiye’deki diğer tedavi deneyimlerimde de aynı şeyi yaşadım, yaşıyorum aslında. Başkalarıyla birlikte olmak, insanın tek sıkıntı çekenin kendisi olmadığını görmesini sağlıyor ve teskin edici oluyor.
Kan verme macerasının ardından ertesi sabah sonuçları almaya gittik. Ben bekleme salonuna yönelirken karım, “Bir dakika sonra geliyorum,” diyerek ortadan yok oldu. Neler olup bittiğine dair zerrece fikir yürütemeden oturarak düşüncelere daldım. Karım gerçekten de kısa bir süre sonra elinde sayfalarca kâğıtla döndü. “Tahlil sonuçların.” Şaşırmıştım. İngiltere’de tahlil sonuçlarını hastaya vermezler, kötü bir şey varsa bunu doktorunuzun size söylemesini beklersiniz. Oysa şimdi elimde kanımın içindekilerle ilgili koca bir dosya vardı. Yukarı ya da aşağı işaret eden küçük oklar, bir şeyin gereğinden yüksek ya da düşük olup olmadığını haber veriyordu. Kendimi gizli ABD belgelerini inceleyen bir Rus ajanı gibi hissediyordum, kanımla ilgili bilgileri yalayıp yuttum. Birkaç değer fazla yüksek ya da fazla düşüktü. Görmüş geçirmiş bir hastalık hastası olduğum için, “Şuna bak, öleceğim, her yer küçük oklarla dolu!” diye bağırdım. Doktorun yanına gittiğimizde adamcağız sadece hafif bir enfeksiyon geçirdiğim konusunda beni temin etti, şekerim biraz yüksekti, biraz da vitamin noksanlığım vardı, hepsi kolayca üstesinden gelinebilecek şeylerdi.
Birkaç gün sonra eşime, “Yine kan tahlili yaptırabilir miyiz?” diye sordum. Biraz daha dondurma isteyen bir çocuk gibiydim. “Doktor bir hafta bekleyip sonra yaptırmamızı söyledi.” Bir haftanın dolduğu pazartesi sabahı heyecanla erkenden kalktım. Kanımı hemen aldılar, üstelik sonuçları birkaç saat içinde vereceklerdi!
Sonuçları son pop müzik şarkılarının listesiymiş gibi ilgiyle inceledim. Her şey yolundaydı, sadece demir eksikliğim vardı. Deli gibi doktorun yanına koştum.
Doktor, “0,001 düşük sadece,” dedi.
“Ama düşük işte,” dedim alçak sesle.
“O kadarı normal, bir şeyiniz yok.” Sabrı tükeniyordu.
O zamandan beri yaptırdığım tahlillerin sonuçlarından oluşan küçük bir kitabım var artık. Adını “Hayat Hikâyem Kanımda” koydum. Sayfaları inceledikçe kanımla ilgili hiç bilmediğim, endişelenmem gerektiğinden habersiz olduğum yeni yeni şeyler öğreniyorum.
“Doktor bey şuna bir bakar mısınız?” diye soruyorum bir sayıyı işaret ederek. Bu sorum genellikle derin bir iç çekişle cevaplanıyor.
“Normalin 0,00002 üstünde sadece.”
“Ama yine de yüksek, sizce…”
Sözüm kesiliyor. “Normal, normal, bir şeyiniz yok. Sıradaki.”
Daha önce belirttiğim gibi, İzmir’deki, Balıkesir’deki ve Ankara’daki devlet hastanelerine yaptığım ziyaretlerde gayet ilgili bir biçimde tedavi görmüştüm. Ancak pandemi yüzünden büyük şehirlere gitmemiz mümkün değilken, bazı üçkâğıtçı özel muayene deneyimlerim de oldu. Ayağımdaki yarayı sihirli bir şekilde yok edecek mucizevi merhem diye Nivea krem özelliğindeki şeyleri fahiş fiyata kakalamaya çalışan yerlere de gittim. Bütün bunların ardından sonunda kasabamızın hastanesindeki ortopedi uzmanının bu işi çözebileceği söylendi. Randevu alıp gittik.
Doktor birkaç ay hastanede yatmamı tavsiye etti, bu sayede ayağımı yere basmayacaktım, onlar da yaraya küçük bir makine bağlayacaktı. Vakumlu makine bir yandan yarayı küçültürken, bir yandan küçük elektrik uyarılarıyla dokuların iyileşmesini hızlandıracaktı. “Hastanede yatmak” lafını duyar duymaz kekelemeye başladığımı gören doktor, bu fikrin beni fena halde ürküttüğünü hemen anladı tabii. “Yabancıyım, İngilizim, diyabet hastasıyım, vejeteryanım, dili hiç bilmiyorum, bir yere kıpırdamadan nasıl yatarım…” Sözler ağzımdan sel gibi boşanırken kendimi bayılacak gibi hissetmeye başlamıştım.
Anlayışlı bir doktordu. “İdareyle konuşacağım, razı olurlarsa makine ayağınıza takılır, evinize gidersiniz, haftada iki kere pansumana gelirsiniz sadece.” Kabul ettik ama hiç umudum yoktu, o kadar pahalı bir aletin hastanenin dışına çıkmasına izin verirler miydi hiç? Verdiler. Bunları yazarken hâlâ ayağıma bağlı, küçük mırıltılarla çalışarak istikrarlı bir iyileşme sağlıyor.
Yukarıdaki deneyimler bana şunu gösterdi: Avrupa’da, Türkiye’nin mali olarak aşık atamayacağı son teknoloji ürünleri kullanılıyor olabilir. Ama Türkiye’de devlet hastanelerindeki doktorlar ellerinde ne varsa onu etkin bir şekilde kullanmayı biliyor, üstelik bunlardan herkes faydalanabiliyor. Örneğin bacağımın ultrasonunun çekilmesi gerektiğinde bunu hemen aynı gün yaptılar, bitmek bilmez kırtasiye işlemlerini takip etmek ve aylarca beklemek gerekmedi. Sağlık çalışanları hastaların acil ihtiyaçlarını karşılamak için pratik zekâlarını kullanıyor, sistem de ihtiyacım olan makineyi kullanmama ya da kendi kan sonuçlarımı görmeme izin veriyor.
Son zamanlardaki kovid aşısı uygulamaları bu durumu iyice belirgin hale getirdi. İngiltere ve diğer batı ülkeleri çıkan ilk aşıları açgözlü bir şekilde kaptı, dünyanın geri kalanına hemen hiçbir şey bırakmadılar. Yine de İngiltere’de yaşlılar ve çeşitli hastalıkları olan insanlar aşı olmak için aşı merkezlerine gitmek zorunda. Eşimin 75 yaşındaki annesiyse sırası geldiğinde aşısını evinde olabildi. Sağlık ekipleri kapısına kadar geldiler (Üstelik 15. katta oturuyor!) Ayrıca isterse ilaç yazdırmak için telefonla randevu alabiliyor, birkaç gün içinde doktorlar yine evine geliyor. 65 yaşın üstündeki herkese sunulan bir hizmet.
Dedim ya, elindekileri en iyi şekilde kullanmak, fark buradan geliyor. Paha biçilmez.