Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir

Buraya Nasıl Geldim?

Bizi havaalanına götürecek taksi

Bizi havaalanına götürecek taksi sabah beşte kapıya yanaştı, uçakta götürmemize izin verilen ne var ne yoksa arabanın bagajına doldurduk. Kedimiz dahil. Kediyi yanımıza almak için izin koparmak çok zor olmuştu, aşı kontrolüydü, diğer gerekli izinlerdi derken normalde ülkeden ayrılmak isteyen bir Rus casusunun ihtiyaç duyacağı kadar belge toplamak zorunda kalmıştık. Gerçi taksiye binerken bile kedinin uçağa alınıp alınmayacağı konusunda hâlâ endişeler içindeydik, ya eksik bir şey kaldıysa, ya bir şeyi unuttuysak, ya havaalanında gıcık bir görevliye denk gelirsek? (Neyse ki korktuğumuza uğramadık, kedi aman pek de şekermiş şişko şey iltifatları arasında uçağa alındı, hatta görevliler sağ olsun, özellikle boş bırakılmış olan aramızdaki koltuğa yerleşti.)

Taksi Liverpool’daki artık boş olan evimizden uzaklaşırken, kendimi Vietnam savaşının bitişinde son anda kaçabilen Amerikan birliklerinden birinin askeri gibi hissediyordum, yıkıntılar ve kargaşa geride kalmak üzereydi.

Türkler bana sık sık, “Nasıl olur da İngiltere’yi bırakıp buraya gelebildin?” diye soruyor. Bunu sorarken akıllarında Buckingham Sarayı’nın, silindir şapkalı şık erkeklerin, altın taşlarla döşenmiş kaldırımların olduğunu biliyorum. Oysa gerçek o kadar farklı ki.

Evet, sevgili Liverpool’umu her zaman özlüyorum, görkemli şehrimin taşı toprağı bile hiç çıkmayacak biçimde iliklerime işlemiş durumda. Scouse diye adlandırılan Liverpoolluların sokakta, pub’da, aklınıza gelebilecek her yerde tatlı tatlı atışmaları, nüktedan zekâları ve elbette ailemle arkadaşlarım… Ancak ülkenin gerçekleri, buradaki bazı insanların toz pembe gözlükleriyle gördüğü şeylerden çok farklı.

İngiltere bir süreden beri Dickensvâri bir kâbusun içine gömülmüş durumda. Özellikle kuzeyde uç boyutlara ulaşan yoksulluk yüzünden her yıl 1,9 milyon kişi aç kalmamak için aşevlerinden ve hayır kuruluşlarının yardımlarından faydalanmak zorunda kalıyor. İnsanlar Oliver Twist kitabındaki gibi, “Lütfen efendim, lütfen, bir lokma daha ekmek alabilir miyim?” diye yalvarıyor âdeta. İşsizlik bitmek bilmeyen bir nakarat, nüfusun yarısı da gırtlağına dek borca gömülmüş durumda. Zenginler daha zengin, yoksullar daha yoksul. Ben bu ikinci grupla birlikte yaşıyordum ve onlardan biriydim.

Yaşadığımız yerde her gün dükkânlardan öteberi çalan çaresiz insanların güvenlik görevlileri tarafından kovalandığına şahit oluyorduk. Hafta sonları sokaklar suç mahalli gibiydi, hatta gibisi fazla, suç mahalliydi. Kapanmak zorunda kalmış, pencerelerine tahtalar çakılmış dükkânlarla dolu sokaklarda, pub’ların önünde durmadan sokak kavgaları ve arbedeler patlak veriyordu.

İşverenler de yine Dickens kitaplarından fırlama gaddar amirlere dönüşmüştü. Sosyal yardım görevlisi olarak çalıştığım işte hem ben, hem de iş arkadaşlarım insanlıkdışı muameşeye maruz kalıyorduk. Neredeyse yedi gün yirmi dört saat çalışmamız bekleniyordu, buna fiziksel olarak daha fazla tahammül edemeyecek hale geldiğiniz zaman da çıldırma noktasına getiriliyor, sonra da binadan dışarı atılıveriyordunuz. 2019 yılının mayıs ayında böyle bir durumla karşı karşıyaydım. Eşim, hasta babasını ziyaret için gittiği Türkiye’den yeni dönmüş ve döndüğünde beni neredeyse adını bile söyleyemeyecek halde tir tir titreyen bir perişanlık içinde büzülmüş yatarken bulmuştu.

Bu kadarı yeter dedik. Ondan sonra ikimiz de Türkiye’ye taşınma ihtimalinin tohumlarını yavaş yavaş atmaya başladık. Başlarda pek az olsa da geçinmeye yetecek kadar bir emekli maaşıyla mümkündü bu. Ama esas soru şuydu: Türkiye’de nereye?

Eşim gidebileceğimiz çeşitli yerleri sıraladı, bakalım nasıl yerlermiş diye Youtube videoları seyrederken Ege denizi kıyısındaki bir yer kalbimi çeliverdi, karar hemen orada, o anda alındı. İş yerine istifamı verdim ve pılımı pırtımı toplayıp binadan çıkarken etrafı kırıp dökmemek için büyük çaba harcamak zorunda kaldım doğrusu. Artık neresinden tutsan elimizde kalmaya başlamış evimizi fazla olmasa da bizi kurtaracak bir fiyata sattık ve nihayet birkaç ay sonra Ankara’ya indik.

Ankara’daki birkaç günün ardından kâşifler gibi güneye yollandık, bir otele yerleşip yeni evimizi aramaya giriştik. Bize ilk gösterilen ev küçük bir apartman dairesiydi, üstelik ev sahibi kendi eşyalarının da evde kalması konusunda ısrarcıydı. Doğrusu evde kedinin yatağının sığacağı kadar bile yer yoktu, hele de bizim kedinin epey cüsseli olduğu hesaba katılırsa. O yüzden teşekkür edip uzaklaştık, hemen ardından da tam kendimize göre küçük bir müstakil ev bulduk.

Şimdi aradan biraz zaman geçti, buradaki günlerim bu ülkenin ilham verdiği bu öykülerdeki insanlarla, olaylarla, mekânlarla dolu geçiyor. Geçenlerde bir gün eşime döndüm. “Keşke bu işi daha önce yapsaydık, ha?”

“Türkiye güzel ülke, değil mi?” diye cevap verdi gülümseyerek.

“Hem de nasıl, hem de nasıl…”

 

Tüm Hakları Saklıdır. | Renowtech