Neredeyse bir senesi dolacak. Karımla birlikte annesinin evinden çıktık, birkaç ay önce Alzheimer hastalığı iyice kötüye gitmeye başlayan ve artık evde bakılması mümkün olmadığından bakımevine yatırılan babasını ziyarete gidecektik.
Giderken bir şeyler götürelim diye konuşmuştuk, babasının en sevdiği tatlı olan sütlaçta karar kıldık. Ama sütlacı almaya gidemedik. Sokağın ortalarına vardığımız sırada karımın telefonu çaldı. Kız kardeşi arıyordu. Babaları vefat etmişti.
Bundan sonra olanlar, daha önceki tecrübelerimden dağlar kadar farklıydı.
Yas, hele de eşimin babası gibi dünyalar iyisi bir insan söz konusu olduğunda her kültürde, her lisanda yastır. Ancak Hıristiyan geleneğinde, cenaze hazırlıklarına ilk darbenin ardından girişilse de bu hazırlıkların tamamlanıp cenaze töreninin düzenlenmesi haftalar sürebilir. O süre içinde de başlangıçtaki yakıcı acı, kilisede en ön sırada oturan birinci dereceden yakınların sakin, kabul edilebilir hıçkırıklarına dönüşür. Burada, Türkiye’deyse müslüman geleneklerine uygun olarak her şey yirmi dört saatte olup bitiyor.
Karımın kardeşi eşiyle birlikte annelerinin evine geldi. Babalarının her zaman oturduğu ve en hasta günlerinde bile oraya gittiğimde beni daima ayağa kalkarak karşıladığı odada toplandık.
Baldızımın eşi idareyi ele aldı, duygularını bir tarafa bırakarak cenaze törenini düzenleme işine girişti. Bu ne acele diye düşündüm, müslüman âdetlerini de o zaman öğrendim. Bu kadarcık zamanda nasıl olacaktı bu işler, aklım almamıştı.
Birkaç dakika sonra bakımevine doğru yola çıkmıştık bile. Ondan sonra karımla ben yeşil kumaşa sarılı tabuta morga dek eşlik ettik. Karımın eli, babasının elini son defa tutuyormuşçasına tabutun üstünden hiç ayrılmadı.
Daha sonra cenaze töreninin yapılacağı caminin imamıyla temasa geçildi, gazeteye ilan verildi, çiçekler ısmarlandı ve binbir başka iş halledildi.
Karımın annesinin evine döndük. Dönmemizle de bütün bir mahalle taziyelerini bildirmek üzere eve akın etti. Çocukken eşimin babasının nezaketini ve şefkatini tatmış olan şimdinin yetişkinleri anılarını anlatıyordu. Herkesin neşeli, komik, dokunaklı hatıraları vardı.
Türkçe bilgim sıfıra yakındı ama ailemi yarı yolda bırakmak istemiyordum. O yüzden kısıtlı sözcük dağarcığımla misafirleri karşıladım, yemeklerin ikram edilmesine, sonra da ortalığın toparlanmasına yardımcı oldum.
Sabah, hepimiz yakamıza eşimin babasının küçük birer resmini iliştirdik. Hayatımda hiçbir şeyi o kadar gururla taşımamışımdır.
Cami avlusundaki törene cuma namazından çıkanlar da katıldı. Ben de yanlarında durup kendi Hıristiyan dualarımı ettim. Cemaat bundan hoşlanmaz belki diye endişelenmiştim ama törenden sonra herkes memnuniyetini özellikle dile getirdi.
Cenaze mezarlığa taşındı, sadece bir kefen bezine sarılmış olarak toprağa verildi. Daha çarpıcı bir şey düşünemiyorum, hele de önceki deneyimlerimden hatırladığım süslü tabutlar gözümün önüne geldikçe. Herkes mezara toprak atar, sonra da üstünü çiçeklerle süslerken ben de onlara katıldım. Böylesi çok daha içten, çok daha samimi, insan kendini cenazeye uzaktan bakan tarafsız bir gözlemci gibi hissetmiyor.
Eve döndüğümüzde belediye çalışanları baş sağlığı dilekleriyle gelerek (bizzat gelerek!) eşimin annesine lokum getirdi. Kendi ülkemde böyle bir şey ne duymuş, ne de görmüştüm. Üstelik bütün bunlar ücretsizdi. İngiltere’de cenaze töreni yedi bin pound civarındadır. Böyle olağan bir şekilde sergilenen nezaket ve sevecenlik karşısında ağzım açık kalmıştı.
Birkaç gün sonra, eşimin babasıyla ilgili hikâyeler kulaklarımızda çınlayarak evimize döndük. Küçük resmi hâlâ şifoniyerimizin üstünde duruyor, biraz soldu ama kendisinin hatırası, güzel bir insan olarak bıraktığı iz capcanlı.