Deniz kıyısındaki uykulu kasabamıza, oradan da tepedeki mahallemize ne zaman sızmaya başladığını hatırlamıyorum. Ama birdenbire büyük şehirlerden (İstanbul’dan, İzmir’den) gelen kocaman cipler merkeze giden yolu tıkamaya başladı. Gelenler arabalarını sokakta, ormanda nereyi bulurlarsa oraya park edip baş belası virüsten kaçabilmek için kendilerini yazlık evlerine atıyordu.
Sokağımızın köşesindeki bakkalın müşterileri arasında maske takanlar çoğalmaya başlamıştı ama kurallar, kasabamıza yeni gelmiş genç bir çift için geçerli değildi anlaşılan. Eşim ikisini de uyarınca bağırmaya başladılar, ben de İngilzice olarak bastım küfürü. Neyseki vücut geliştirmeciye benzeyen adam bakkaldan çıkıp peşime düşmedi.
Durum her yerde değişmeye başlamıştı. İtalya’da, Fransa’da, dünyanın dört bir yanında sokağa çıkma yasakları, neredeyse sıkıyönetime varan tedbirler birbirini takip ederken İngiltere’de başbakan halkı nazikçe uyarmakla yetiniyordu. “Şey, umarım sakıncası yoktur ama pek sokağa çıkmayın e mi? Hadi bakalım, aferin, aferin.”
Türkiye’deyse cumhurbaşkanının birkaç gün içinde bir konuşma yapacağı duyuruldu. Beklentiler hararetli bir doruk noktasına ulaştığında, o da duruma uygun bir ağırbaşlılık içinde konuşmasına başladı.
Bazı büyük şehirlere giriş çıkış yasaktı, küçük kasabamız da büyük bir şehire bağlı olduğundan bunların arasında yer alıyordu. Yasakların denetlenmesinden polis sorumluydu ve ihlal, cezayı da beraberinde getiriyordu.
Her şey tıpkı eski bir kovboy filmi kadar heyecanlıydı. Yoldan gelip geçen arabalara ateş edildiğini (ve her zaman olduğu gibi ıskalandığını) canlandırıyordum kafamda.
“Kasabanın girişine gidelim mi? Olanları seyrederiz,” dedim karıma. Elimde bir torba patlamış mısır vardı.
“Saçmalama, tabii ki öyle bir şey olmayacak.”
Konuşma devam ediyordu. Çocuklar, gençler ve yaşlılar evden çıkmayacaktı. “Yaa, çok dinlerler sanki,” diye bıyık altından güldüm. Sokağa çıkma yasakları da vardı. Yasağı ihlal edenleri sokak ortasında vuran uçaklar geliyordu gözümün önüne. Upuzun günler boyunca sadece mahallenizdeki bakkala gitme izniyle evde oturmanız gerekiyordu.
Konuşmanın sonunda cumhurbaşkanı halka Tanrı bu kurallara uymanızı istiyor demiş gibi geldi bana. Kuralları ihlal etmek hem tanrıya karşı gelmek demekti, hem de diğer vatandaşlara haksızlık.
Tanrı mı? Sözcüğü biliyordum tabii ama tanrısız kapitalist batıda bu sözcük, cennet kapılarından geçme vakitleri yaklaşmış olup kiliseye giden birkaç kişinin tanıyıp ibadet ettiği bir şey haline gelmişti.
Ertesi gün yaşlılarla gençler dünya yüzünden silinip cennete gitmişti sanki.
Çocuk parkında uğursuz bir sessizlik vardı, bir zamanlar küçük oğlanların çığlıklarla futbol oynadığı yerlerde sadece yapraklar hışırdıyordu.
Yaşlıların buluşup sohbet ettiği, önlerinden gelip geçen dünyayı seyreylediği kafe artık boş sandalyelerden ibaretti.
Kasabamızda polis kol geziyordu. Mahallemizde de. Gümbür gümbür megafonlardan bağırıyor, büyük şehirlerden (yasaktan önce) gelmiş olanların on dört gün boyunca evlerinden çıkmamaları gerektiğini söylüyorlardı.
“Bize demiyor değil mi?” dedim eşime.
“Yok canım, biz sekiz aydır buradayız, yeni gelmedik ki.”
Bunu takip eden sokağa çıkma yasağı gününde bahçede oturmuş biraz gevşemeye çalışıyordum. Yoldan geçen devriye arabasından bir polis, “Evinizden çıkmayın!” diye bağırdı. Kendimi içeri attım, kedilerimizin korkunca yaptığı gibi dümdüz yere yapıştım. “Bahçeye çıkmak yasak değil ki,” diye açıkladı eşim yerde titreyen denizanasına.
Devriye arabaları ertesi gün de geçip durdu. Arabalara el sallayıp polisleri selamladım, bir yandan da kendi kendime, “Lütfen ateş etmeyin, lütfen ateş etmeyin,” diye mırıldanıyordum.
Bunu takip eden günlerde camiler kapatıldı, maske takmak zorunlu hale getirildi.
Nihayet yaşlılara haftada bir belli saatlerde dışarı çıkma izni verildi. Bir kıyamet sonrası filmi gibi. Mikrofon tutan muhabire, “Bacaklarım olduğunu unutmuşum,” dedi biri. Yaramaz çocuklar gibi birkaç saat sonra eve dönmek zorundaydılar.
Sonunda çocukların ve gençlerin dışarı çıkma sırası geldiğinde zombi saldırısına benzeyen bir felaketin yaşanacağından korktuk ama kolayı biraz fazla kaçırıp kıkır kıkır gülmekten daha kötü bir şey yapmadı hiçbiri.
Aylar geçtikçe kısıtlamalar yavaş yavaş kaldırıldı, insanlar serbestçe hareket edebilmeye başladı. Maske hâlâ zorunlu, takmayan biri varsa bütün otobüs üstüne çullanıyor.
Virüs bir yere gitmedi ama başka ülkelerin aksine Türkiye’de maske ya da kısıtlama karşıtı gösteriler yok, hiç olmadı.
Doğru olanı yapma gerekliliğine olan inanç sürüyor, birkaç çıkıntı varsa da azınlıkta kalıyor.
Her şeyin en başında halkın başkalarına karşı sorumluluğunun vurgulanmış olması, bilinçli ya da bilinçsiz bir tanrı inancıyla birleşti, ikisi birbirini destekledi bence. Belki binlerce kişinin yaşamı bu sayede kurtuldu.
Ben de kurallara uydum, hâlâ uyuyorum. Plajlara gitmek henüz yasakken oturduğum kumsalda yaklaşan bekçileri görünce tozu dumana katarak kaçmam sayılmazsa yani. Ama o başka bir hikâye.