Yeni Zelanda’dan, Peru’dan ya da gezegendeki başka herhangi bir ülkeden getirilip plastik poşetlere doldurulmak yerine sandıklara dizilmiş halde ve istediğiniz kadar alabileceğiniz şekilde satılan elmaları, havuçları, armutları gençliğimde görmüşümdür mutlaka. Şimdiyse İngiltere’de mevsimi olsun olmasın her ürünü yılın her gününde bulmak mümkün. Bu zavallı yiyecekler seri üretim tesislerinde o kadar çok işlemden geçiriliyor ki ne tatları kalıyor, ne kokuları. Ha mukavva çiğnemişsiniz, ha o sebzelerden birini yemişsiniz.
Eşimin Türkiye’ye yerleşmemizi sevinçle karşılamasının sebeplerinden biri de buydu. Hacıların ziyaret ettiği kutsal bir yerden bahsedermiş gibi, “Pazar,” deyip duruyordu.
Pazara ilk gidişimizde tezgâhların arasında kendini kaybetti, pinpon topu gibi bir oraya bir buraya gidiyor, civarda üretilmiş taze sebzelerle meyveleri kışa hazırlanan bir sincap gibi çantasına dolduruyordu.
Köylü bir kadın bahçesindeki tavukların yumurtasını satıyordu, kendi bahçesindeki! Uzay gemisi büyüklüğünde domatesler, gezegenler kadar kocaman karpuzlar. Hepsi de kasabamızın çevresindeki tepelerdeki köylerden getirilmişti. Köylü kadınlar çiçek desenli egzotik kıyafetler giyiyordu.
Her bir tezgâh sahibinin bir senfoninin bölümleri gibi birbirlerinin sesiyle yarıştığı kakofoninin içinde yürümek, dünya dışı bir yerde yürümek gibi geliyor insana. Kasabaya girerken gördüğüm zeytin ağaçlarının meyvelerinin buradan tabağıma geleceğini biliyordum. Ayrıca bir sebzenin mevsimi bitince konu kapanıyordu, artık gelecek mevsimi beklemek zorundaydınız. Çam mantarlarının yakında olgunlaşacağından bahsediyordu herkes, sonunda gerçekten de tezgâhlarda yerlerini aldılar, satıcılar rock yıldızı takdim edermiş gibi reklamını yapıyordu mallarının.
Yaz sona ermek üzereyken bir perşembe sabahı (pazar perşembe günleri kuruluyor) eşim şafak sökerken uyanıp beni dürttü, domates almak için pazara gideceğini söyledi. Savaş ilan edermiş gibi bir sesle konuşmuştu. “İyi, tamam,” dedim uykulu uykulu. “Ama dolapta domates vardı.” Çok geç, eşim evden fırlayıp kendini ilk otobüse atmıştı bile.
Genişçe bir apartman dairesini doldurmaya yetecek miktarda domatesle döndü. Endişeyle ona baktım, sinir krizi filan geçirip bütün domates tezgâhını mı boşaltmıştı acaba? “Otursana hayatım.” “Olmaz, işim var.” Mutfak göz açıp kapayıncaya kadar Frankenstein’dan fırlama bir sahneye döndü, nereden geldiği belli olmayan düzinelerce kavanoz tezgâha dizilmişti, ocaktaki tencereden eski bir korku filmindeki gibi buharlar saçılıyordu.
“Kış için domates hazırlıyorum.”
“Sevgilim, markette konserve domates sattıklarını biliyorsun değil mi?”
Saçmalama der gibi baktı bana. “Bunlar taze!”
Haklıydı. Paketli yavan yiyecekler yediğim günler sona ermişti. Kışın taze domateslerimizi yiyecektim, üstelik köylüler kış sebzeleriyle pazarı doldurmaya devam edecekti. Yıl boyunca sürüp giden bir güzellik, lezzetli değişiklik diye buna derler işte.