“Koş tavşancık, koş tavşancık, koş koş koş”
Her ülkenin kendi göçmenlik prosedürleri var. Ve bunların her bir adımı, hiçbir şeyden şüphelenmeyen başvuru sahibinin içine düşeceği bir tavşan deliği olmak üzere tasarlanmış.
Ankara’daki göçmenlik bürosu şehrin merkezi sayılabilecek bir yerde. Binaya yaklaşırken sokakta işportacıların karton kapaklı pembe dosyalar sattığını gördüm. Tuhafıma gitti ama ne oluyor demeye kalmadan bir baktım herkesin elinde renk ayrımı olmayan bu dosyalardan var. Türlü çeşit evrakla dolup taşan bu dosyalar, göçmenlerin resmi üniformasıydı ve aynı üniformayı kısa bir süre içinde ben de giyecektim.
Başvurumuzu yapınca hemen ertesi gün saat 13.00 için bir randevu aldık. Gözümüzde büyüttüğümüz bu işlerin böyle çabucak hallolacağını anlayınca doğrusu pek memnun olmuştuk.
Ertesi gün randevu saatinden önce büroya vardığımızda, içerisi hepsi de aynı saate randevusu olan insanlarla dolup taşıyordu. “Bir yanlışlık oldu mutlaka.” Sömürge valisi gibi kendimden emin bir tavırla başvuru masasına gittim. “Bakar mısınız beyefendi, yanlışlık oldu herhalde.” Tercümesi: “İngilizler için ayrı bir kuyruk yok mu yani?” Belli ki yoktu.
Elimize, üstünde 420 yazan bir fiş tutuşturulunca başımı kaldırıp sıra numaralarını gösteren ekrana baktım. 75. Saatlerce bekleyecektik. Bekleme odası arkadaşlarımız çoğu Suriye’den ya da savaşla darmadağın olmuş başka ülkelerden gelmiş göçmenlerdi. Türkiye’nin bu insanlara ne kadar yardımcı olmaya çalıştığını görüyordum.
Annesiyle birlikte bekleyen genç bir kızın, kusursuz İngilizce konuştuğu anlaşıldı. Selamlaştıktan sonra dostça bir tavırla, “Peki nerelisiniz?” diye sordum. “Afganistan.” “Ah,” dedim neşeyle gülümseyerek. “Britanya birlikleri oradaydı. İlişkileriniz nasıldı onlarla?” Tam bir boşboğazlık. Sağır edici bir sessizlik çöktü, anne gözlerinde hüzün ve şüpheyle beni süzdü. Belki askerlerimiz köylerinde kötü şeyler yapmıştı.
Kendime not: Britanya’nın ortadoğuda ve başka yerlerde bir sürü amaçsız maceraya girişip dile bile getirilemeyen bir sürü acıya sebep olduğunu unutma. Çeneni kapalı tut.
Ceviz toplayan sincaplar gibi evraklarımızı toplamış halde nihayet görevlinin masasının önüne geldiğimizde, bütün belgelerin damgalanması için şehirde şuraya, buraya, bir de şuraya, ha unutmadan bir de oraya gitmemiz gerektiğini öğrendik. Göçmenlik bürosuna her döndüğümüzde ya belgemizde yanlışlık çıkıyor, ya da yanlış yere gitmiş olduğumuz söyleniyordu.
Sonunda bütün kâğıtlar tamamlandı. Ertesi gün saat 13.00 için bir randevu daha aldık. Randevuya giderken eşim belge dolu dosyayı takside unuttu ama neyse ki bir mucize oldu ve taksi şirketi şoförü bulmayı başardı, adamcağız da tam saat 12.55’te göçmenlik bürosunun önünde dosyayı bize iade etti.
Belgelerimiz kontrol edildikten sonra üst kata çıkmamız söylendi. Yukarıdaki ofis gülümseyen, mutlu memurlarla doluydu ve ortada kuyruk muyruk yoktu. Pırıl pırıl parlayan yeni kimlik kartım tavandaki ışıkları yansıtıyordu. Kartı büyük bir dikkatle ve minnetle cüzdanıma yerleştirdim.
Ağına takılıp kurtulmak için uzun süre debelendiğim bu bürokratik sürece kızdığımı zannedebilirsiniz ama aslında durum tam tersi.
Türkiye’nin altı milyondan fazla Suriyeli mülteciye yardımcı olmaya çalışmasını hayranlıkla karşılıyorum, diğer ülkelerden gelenleri söylemiyorum bile. Bu göçmenler, benimki de dahil olmak üzere Batılı güçlerin yarattığı ve sürdürdüğü çatışmalar yüzünden yerinden yurdundan olmuş ve söz konusu Batılı güçlerin onlara sunduğu yardım, Türkiye’nin yaptıklarının yanında okyanusta bir damla. Göçmenlik bürosunun çalışanlarının hırçın bir İngilize karşı bile sabırlı ve anlayışlı tavırlarıysa takdire şayan.