Haber kanalları her ülkede var elbette. İngiltere’de ana televizyon kanalları günde birkaç haber bülteni sunar, iki de haber kanalı vardır. Türkiye’deyse nüfustan fazla haber kanalı görebilirsiniz, daha doğrusu kanallar arasında gezerken insana öyle geliyor.
Bu kanallar dünyadaki benzerleri gibi uluslararası ve yerel haberleri bildiriyorlar ama ondan sonra kaydadeğer bazı farklılıklar söz konusu. Öncelikle neredeyse bütün sunucuların genç kadınlar olduğunu söyleyebilirim. Hepsi bir kokteyl partiye gidecek olsalar yersiz kaçmayacak kadar şık giyimli, ayakkabılarının topuklarıysa o kadar yüksek ki insan o topukların üzerinde durmanın söz konusu genç kadınların sundukları bazı üzücü haberlerden daha acı verici olması gerektiğini düşünmeden edemiyor.
Gün ilerledikçe açık oturum üstüne açık oturum yayınlanıyor ve güncel olaylar ele alınıp tartışılıyor. Yukarıda bahsettiğim genç kadınların moderatörlük ettiği bu programları seyrederken insan o ayakkabıları sürekli giymenin kalıcı yürüme bozukluklarına yol açacağından korkmaya başlıyor. Açık oturum demişken, konuklar hemen hemen daima takım elbiseli ve kravatlı orta yaşlı adamlardan oluşuyor. Kanal kanal gezerken her yerde aynı kişileri gördüğünüzü düşünebilirsiniz. “Kadınları görelim ama hiç dinlemeyelim” diye bir düstur söz konusu âdeta.
Sahadaki muhabirler söz konusu olduğunda cinsiyet eşitliği daha fazla; kadınlı erkekli bu muhabirlerin sahadaki gösterileriyse tam anlamıyla büyüleyici.
Her gün İstanbul’dan araba haberleri görüyorsunuz, evet, sadece arabalar, kamera üstünde arabalar olan bir yola yaklaşıyor. “Gördüğünüz gibi her yer araba dolu.” Sonra şehrin başka bir köşesinden başka bir muhabire geçiliyor. “Neler görüyorsun Feraye?” “Araba, bir sürü araba, yolun iki tarafında da arabalar var.” Sonra bülteni daha heyecanlı kılmak için Ankara’ya geçiyorlar. “Arkanda ne var Emel?” “Arabalar var, bir sürü araba.” İş çıkışı saati olduğu ver her yerin araba dolmasının zaten beklendiği gerçeği kimsenin umurunda değil gibi.
Hava durumuyla ilgili haberler de benzer bir şekilde sunuluyor. Hele kar varsa, olay yerindeki muhabir (tabii tahmin ettiğiniz gibi arkasında bir sürü araba olan bir muhabir) heyecandan yerinde duramıyor. “Ne görüyorsun?” diye soruyor stüdyo. “Kar!” Bu cevabı verdikten sonra eğilip biraz kar alıyorlar, hani ne olur ne olmaz, yerdeki beyaz örtünün pudra şekeri olduğunu zannetmişizdir belki diye. Programın geri kalanı, son derece doğal bir hava olayı olan kar karşısında duyulan hayretle geçiyor. “Kar kalınlığı ne kadar oldu?” “Şimdilik bir santimetre.” Aradan bir saat geçtikten sonra, “Evet, iki santimi buldu.” İnsan bu hesaplamalara takılıp kalıyor, acaba muhabirin sadece mikrofonu dışarıda kalacak şekilde karlara gömülmesi ne kadar sürer. “Kader, beni duyuyor musun? Kader?”
Yağmur ve rüzgâr da hararetle ele alınan diğer konular. Muhabirler yağmur ve rüzgâr haberleri için bazen kısa bir süreliğine İstanbul’dan uzaklaşıyor, fırtınanın uçurduğu bir sahil kasabasından bildiriyorlar: “Gördüğünüz gibi rüzgâr da, yağmur da çok şiddetli,” diyor genç muhabir, bir yandan da canını kurtarmak için sokak lambasına sıkı sıkı sarılıyor. Felaket filmi seyreder gibi gözlerinizi ekrandan alamıyorsunuz. Muhabir sonunda rüzgâr yüzünden yerinden kopup sokakta bir oraya bir buraya savrulurken, “Durum kötüleşiyor” dediği zar zor duyuluyor. Kızcağızın birkaç dakika içinde denize sürükleneceğine kuşku yok.
Olay yerinden yapılan haberler sadece hava koşulları konusunda değil, yine hemen hemen her zaman İstanbul’da olmak üzere sokaktaki insanlarla röportajlara da bültenlerde büyük yer veriliyor. İngiltere’de olsun, başka ülkelerin haber kanallarında olsun, sokaktaki insana arada sırada mikrofon tutulması normal tabii ama Türkiye’de bu iş bambaşka boyutlarda. Muhabir bitmek bilmez sokaklar boyunca yürüyerek sokak satıcılarıyla yiyecek fiyatları hakkında konuşuyor, ilaçlar hakkında konuşmak için eczanelere, kahve hakkında konuşmak için kafelere dalıyor, rastgele insanlarla her konuda konuşuyor, bütün bunlar canlı olarak ekrana gelirken konuşanlar bazen sevinçle gülümsüyor, bazen de eller çaresizlik ya da öfkeyle sallanıyor, orta yaşlı bir adam ya da kadın şikâyetlerini yüksek sesle dile getirirken zavallı muhabir mikrofonunu geri almak için güreşmek zorunda kalıyor.
Bütün bunlar gayet eğlenceli olmasının yanı sıra, halkın günlük deneyimleri hakkında bilgi sahibi olmanızı da sağlıyor, yasaların ve olayların sıradan insanı nasıl etkilediğini görüyor, öğreniyorsunuz.
Haberlerde en sevdiğim bölümse, gündelik atışmaların, kavgaların ve olayların gösterildiği güvenlik kamerası görüntüleri. Başka ülkelerde haberlerde böyle şeylere hemen hemen hiç yer verilmez.
Oysa burada kimin hangi sokakta satış yapacağına dair kapışan iki dondurma satıcısını, sudan bir sebepten ötürü masaların sandalyelerin havada uçuştuğu kahvehane kavgalarını, bir dükkândan poşet çay çalan adamı, çok sarhoş olduğu için evinin yolunu bulamayan akşamcıyı ya da babasının arabasını yürütüp sokaklarda gezinirken polise enselenen ergeni seyredebiliyorsunuz.
Böyle şeyleri seyrederken insanın koca bir kutu patlamış mısırı bitirivermesi işten bile değil. Eşim kanalların arasında gezinirken böyle görüntülere rastlarsa hemen, “Dur dur!” diye bağırıyorum. Hikâyeler beni büyülüyor.
Can sıkıcı olansa, haberlerin büyük ölçüde İstanbul’a, biraz da Ankara’ya odaklanması. Konya’da, Bursa’da, ne bileyim Niğde’de yaşayan birinin kendisinin varlığının hiç kaale alınmadığını düşünmesi işten değil.
Öte yandan, sokaktaki insanlarla sohbetten güvenlik kameralarına yakalanan hoş karşılanmayacak davranışlara varana dek haberler merkeze insanı alıyor. Bu tür nahoş davranışların çoktan beridir normal kabul edildiği batı haber organlarında artık pek görülmeyen bir şey. Türkiye’deyse kanımca hâlâ mevcut olan terbiyeye ve topluma uygun davranma kuralı vurgulanıyor.