Çoğu ülke gibi Türkiye’de de televizyon programları geniş bir yelpazeye yayılıyor. Haber kanalları bence artık doyma noktasına gelmiş, onlardan başka bir de yarışma programları var, sonra başka yarışma programları. Çoğunun bütçesi küçük bir okul çocuğunun cep harçlığından fazla değilmiş gibi görünse de tuhaf bir şekilde bağımlılık yaratıyor bu programlar. Şekerli içecekler gibi.
En sevdiklerimden biri Yaparsın Aşkım. Çiftler büyük ödül olan araba için yarışıyor. Öyle lüks bir şey değil, kazandıkları takdirde içine sığmakta zorlanacakları bir araba. İşte bu araba için birbirlerini çığlık çığlığa tezahüratlarla gaza getirerek ellerinde tabaklar çeviriyor, delikten bardak geçirmeye çalışıyor, üstüne oturup balon patlatıyorlar. Evet, tam anlamıyla abartılı bir çocuk partisi söz konusu anlayacağınız.
Ama çiftler yarışmayı ölesiye ciddiye alıyor. Reklam araları derseniz, her biri futbol maçı kadar sürüyor gibi.
Erkekler genellikle popolarına bağladıkları yapışkanlı süngerle yeterince top toplayamadıkları için azar işitiyor, bu yüzden süngüleri düşük.
Bu gösteri üç saat kadar sürüyor, o sürenin sonunda artık yarışmacılar ne uğruna yarıştıklarını çoktan unutmuş oluyor ve birbirleriyle, sunucuyla, seyircilerle ya da oradan geçen hiçbir şeyden habersiz biriyle kavgaya tutuşuyor.
Gelelim “The Voice” yarışmasının Türkiye versiyonu olan O Ses’e. Belli bir format söz konusu olduğu için her yerde seyrettiğinizin benzeri bir program seyredeceğinizi düşünebilirsiniz. Tamam, format temelde aynı ama benzerlik orada bitiyor. Bir kere O Ses galiba sonsuza dek süren bir yarışma. Her bölüm ancak seyirciler yorulduğunda sona eriyor, seyircilerse asla yorulmuyor. Bir şarkı bitip de insan demin ne dinlediğini unutacak hale gelinceye kadar didik didik edilerek incelendikten sonra jüri üyeleri, yarışmacılar, seyirciler, nereden geldiği belli olmayan şirin çocuklar aynı şarkıyı hep bir ağızdan söylemeye başlıyor, onu başka şarkılar takip ediyor, nihayet birinin aklına bunun bir yarışma olduğu gelirse ancak o zaman yerlerine oturuyorlar.
Oturmak, en sevilen yarışma programlarından birinin en önemli faaliyeti. Söz konusu yarışma, erkek varlığının izine bile rastlanmayan bir mutfakta cereyan ediyor. Kadınlar yemek pişiriyor ve diğer yarışmacıların kayınvalidelerinden toplayacakları puanlarla ödülü kazanmaya çalışıyor. Her bir lokma parça pinçik ediliyor, yüzünde tiksinti dolu bir ifade bulunan kaynana tarafından virüsmüş gibi tabakta bir oraya bir buraya itiliyor. Hepsi kendi gelininin kazanmasını istediği için zavallı kadınlar hazırladıkları ziyafet sofrası için bir ya da iki puanı zar zor koparıyor ve bir haftanın sonunda nihayet yarışmanın galibi ilan ediliyor. Ne kazanıyor derseniz, onu bilmiyorum, çünkü programın amacı insanların bir masanın etrafında oturup kendilerinden bahsetmesi. Onun dışındaki her şey geri planda.
Bu programlara tepeden baktığımı mı zannettiniz? Tam tersi. Batı ülkelerinde böyle programlar tamamen sterilize edilmiştir, yarışmacılara hemen hemen hiç ilgi gösterilmeden belli bir dakikada başlayıp biterler. Oysa burada yarışmacılar işin tam merkezinde, bu programları ilginç kılan şey de onların hayatları. En sevdikleri tatil beldesini ya da gazlı içeceği tekrar tekrar anlatmalarını dinlemek zorunda kalabiliyorsunuz tabii ama o kadar kusur kadı kızında da olur.