Şadi Şirazi’nin Bostan ve Gülistan isimli eserinden alıntı bir hikâye ile başlayalım bugün.
Delikanlı, katı yürekli bir kızı sevmiş ve onunla evlenmek istemiş. Ancak kız korkunç bir şart koşarak “senin sevgini ölçmek istiyorum” demiş. “ Ve bunun için köpeğime yedirmek üzere annenin kalbini getireceksin. “Delikanlı bu teklif karşısında ne yapacağını şaşırmış ve uzun bir tereddütten sonra hislerine yenik düşerek teklifi kabul etmiş. Maksadını gerçekleştirmek üzere annesinin yanına gitmiş. Annesi durumu belki de fark ettiği için oğluna fazla direnmemiş. Evladı anne katili olmasın diye hançeri alıp göğsünü yarmış “al kalbim senindir” demiş. Kadıncağız gözleri yaşlı bir şekilde yere yığılmış. Oğlu annesinin kalbini bir mendile koymuş. Ve sevdiğine götürmek için yola çıkmış. Delikanlı kızın isteğini yerine getirmenin heyecanıyla koşarken ayağı taşa takılıp düşmüş. Kendi bir taraf mendilin içindeki kalp başka bir tarafa fırlamış. Canının acısından ağzından bir anda “ah anacığım” sözleri dökülünce annesinin tozlara bulanmış ve daha soğumamış kalbinden bir ses yükselmiş “canım yavrum bir yerin acıdı mı?”
Hikâye bitince sizinde yüreğinize bir ağırlık çökmedi mi? Bu hikâyeyi evlatlar analarına ses çıkarmaya başladığında ya da diklenmeye başladıklarında anlatırmış anneler eskilerde. Ya bir de öyle bir gerçek var değil mi? Evlatların ailelerine diklendiği ve seslerini yükselttikleri dönemler. Nasıl güzel bir tarif bu hikâye o anlar için.
Bir evladın hayatta canını en çok acıttığı insan annedir der çok sevdiğim yazarın bir kitabında. Doğru değil mi daha doğumda başlar her şey. İnsan bedenin dayanabileceği acı 45 del (birim) iken sadece evladını kucağına alabilmek için tam tamına 57 del acı çeken analar. Nasıl bir sabır nasıl bir bana bir şey olmazcılıktır. Ama kadın dayanır işte. Acıya, uykusuzluğa, özgürlüğünün kısıtlanmasına, gün boyu aklında tek kişiyle gezmeye, omzundaki kusmuğa, ateşli gecelerde başında beklemeye ve daha birçok şeye. İşte gün gelir üzerine titrediğin evlattan nankörlük görmeye başladığında başlar aslında annelik serüveninin ikinci perdesi. Aslında içinde büyüttüğün canın seni üzmesi kendini muhakemeye çekmekten başka bir şey olmuyor. Çünkü ona kızdığın her an öfkelendiğin her olay annenin kendi başarısızlığıyla yüzleşmesinin verdiği sessiz çığlıktan öteye gidemiyor. . Her anne evladı için elinden geleni yaparken aslında elinden kayıp gidenlere bakmaz. Yüksünür bakmaya yakıştıramaz analığına. Ama annelik almak değil koşulsuzca vermektir fıtratında. Biz hep almaya çalışırken cennet kokulu evlattan asıl biz vermemişiz doğruyu en baştan. Ne zor ne karmaşık duygular annelik. Yana yakıla sevmenin ötesinde yana yana erimekmiş evlat ışığında. Ben yanarım yanmasına da asıl mesele evladı yakmamak bencilliğin çukurunda. Hani öyle çaresiz anlar vardır ki ortandan çatlarsın ama her yer kapı duvar. İşte evlat karşısında yaşanan çaresizliğin dermanı o kapının koluna uzanana kadar aslında. Sabırla metanetle o kola uzanmak. Saçını süpürge etmek ama o süpürgeyi o evlada kakmamak o kolun diyeti aslında.
Yaaa ve yine bir Anneler günü kapıda. Yıllar yıllar önce bir kadının annesini her yıl anmak istemesinden doğan bir gün. Benim için ise anlamı sözün bittiği yerin kıyısı. Anneler günü yavrundan beklediğin hatırı onun ömrüne satır satır kazımak bence. Eğer bir köşeye oturup birileri bugünümü kutlasın diye beklersem ben oldum demekten başka bir şey yapmış olmam. Ama annelik ömür boyu olmaya çalışacağın bir merhamet zinciri. El ile âlemin gözünde iyi anne olmak için yol alırsam evladımın cennet kokusunun benim cennetime ne faydası olur ki. Ben önce anneliğimi kutlayacağım yerde beni anne yapan o emanete sahip çıksam tam olurum zannımca. Yani dost ben o cana sadece can vermekle kalıyorsam ne edeyim 365 günde 1 günü.