“Bir şeyin varolan olması için hiçbir neden olmadığını da aklımızın bir köşesinde bulundurmalı; ya da özne ile nesne arasındaki ayırım, aslında eşit derecedeki ilineksel olan “bilgi” diye adlandırdığımız herhangi bir şey, yalnızca bizim adımızdır; ya da samanlıkta iğne arayan bir düşünce daha var ki: bu düzen; kendimize ve evrene, çekirdek evrene ve büyük evrene göre bir düzen olabilecekken şunu demek zorunlu ki (bu düzen) bizim olanaklılığımıza büsbütün kayıtsız bir düzendir.”
Gözlerini açtı ve uzun uzun izledi, resimler çizdi mağara duvarlarına, gerçekleri gördü ama gölgeleri kolladı. O gözler zamanla bir bağa ihtiyaç duydu. Ardından sesler oluştu… Dünya işte o zaman o uzun sessizliğini çığlıklarla yırtıp attı. Açtı insanoğlu, kışın ortasında karını doyuramayan bir aslan gibi. Vahşi ve aç… Merak ettiği her şeye saldırdı. Koktu ölümden, bilinmezliğe olan o uzun yolculuğundan. Her şey işte tamda bununla başladı.
İnsan en ilken çağlardan beri bir şeyler yapmaya, kendine dair ufacık bile olsa izler bırakmaya çalışmaktadır. Şimdiye kadar bildiklerimiz aslında insanoğlunun zenofobisinden kaynaklanan ve bilinmezlikten korkması ile temellendirilen bir durumdur. İnsanoğlu ölümün bilinmezliğinden korktukça kendisini temsil etmesi için yeni şeyler bulmaya başladı. Bulduğu tüm bu şeylere birer isim vererek onları kendince anlamlı ve özel kıldı. Ama aslında tüm bu kelimeler ansızın gelmiş olduğumuz ve hala daha yabancılık çekmekte olduğumuz dünyada bizim dışımızdaki hiçbir şey için bir anlam ifade etmemektedir. Ve aynı şekilde zaman dolduğunda da insana dair her şey bu deneme tahtasında kalacaktır. Düşünme denilen eylem dil ile yani kelimeler ile sınırlıdır. Dilin olmadığı bir yerde düşünmek mümkün değildir. Dilimiz ne kadar gelişmişse aslında o kadar çok farklı düşünceye sahip olabiliriz ama bunların hiçbiri her şeyi tam anlamı ile bilmemizi sağlayamaz. Düşünme eylemi dil ile sınırlı olduğu gibi düşünülecek bilgi de varlık ile sınırlıdır. İyi ve kötüyü, doğru ve yanlışı, ahlaki olan ve olmayanı, nesneli ve özneli… Biz belirler ve bu belirlediklerimiz içinde kendimize hayat diye sunduğumuz bir realizmde döner dururuz. Aslında filmlerde çok kullanılan adına İngilizce ‘self-fulfilling prophecy’denen ‘beklenti etkisi’durumu tam anlamı ile hayat dediğimiz bu serüveni tanımlar niteliktedir. Aslında neyi beklersek onu yapar ve kendi kaderimizi kendimiz seçeriz çünkü düşünemediğimiz hiçbir şey var değildir ve bir olasılığı yoktur. İşte tamda burada insan için önemli ve anlamlı olan her şeye karşı karşılaştığımız en büyük iki çıkmaz nihilizm ve varlık felsefesidir. Düşünebildiğimiz her şeye bir ad verdik ve aslında onları var ettik. Ruh kavramına bakacak olursak gerçekliği kanıtlanamayan soyut bir kavramdır. Dokunamaz, göremez ya da duyamayız ama buna rağmen ona inanırız. Bu konuya varlık felsefesi ile bakacak olursak ‘kelimelerin sadece bizler için anlamlı kıldığı onca şey gerçekte var mı, yoksa tüm bunlar birer yanılsama mı?’ soruları bizleri bu realizmde nihilist bir bakış açısına yönlendiriyor.
Bizler aynı bir akvaryum balığı gibi var olan her şeyin evrende, bizde olduğunu düşünen ve bu evren yanılsaması içerisinde sıkışıp kalmış varlıklarız. Daha ötesini bilmiyor ama olabileceğini düşünüyoruz. Bir rüyadayız sanki ne zaman biteceğini bilmiyor ama ona rağmen oynamaya devam ediyoruz. Bilinmezlikler içerisinde olabildiğince çok lafla sarmaş dolaş olup bekliyoruz ama aslında biz de neyi beklediğimizi ya da neyin bizi beklediğini bilmiyoruz. Belki de şimdi dönüp baksak elimizdekilere tüm bu zamanı ne uğruna harcadıklarımıza elimize geçen kocaman bir boşluktan başka bir şey olmayacak.
“Bir insan ömrünü neye vermeli, Harcanıp gidiyor ömür dediğin, Yolda kalan da bir yürüyen de bir, Harcanıp gidiyor ömür dediğin”