Sabahattin Ali, Kürk Mantolu Madonna isimli kitabında şöyle diyor: “Dibinde bir ejderhanın yaşadığı bilinen kuyuya inecek bir kahraman bulmak, muhakkak ki, dibinde ne olduğu hiç bilinmeyen bir kuyuya inmek cesaretini gösterecek bir insan bulmaktan daha kolaydır.”
Ne de güzel diyor üstat. Karşılaşacağımız tehlikeyi bilmek, ona önlem almayı kolaylaştırıyor çünkü. Bilinmeyen karşısında ise gardımızı nasıl alacağımızı kestiremiyoruz. Uykuya dalan yabancının sırt çantasını açmaya çalışırken sorguluyorum tüm bunları.
Hayatımda ilk defa fermuar düzeneği şifre sistemi ile korunmuş bir sırt çantasıyla karşılaştığımdan, ister istemez kuyu/ejderha hikayesi aklıma geliyor. İçinde ne olduğunu kestiremediğimden bu zırhlı siyah çantanın zihnimde yarattığı endişe her geçen dakika büyüyor. İçinde bir roketatar olduğunu söyleseler; parça tesirli bir bomba, nükleer atık ya da kesik insan kafaları, daha az endişe duyacağım. Ama çantayı bir türlü açamıyorum ve bu katlanılabilir bir tedirginlik değil.
Bir süre kadar sonra el mecbur, gizemli adamın gizemli çantasını da beraberimde götürerek yatak odamdan çıktım. İçinde ne olduğunu bilmediğim bir çantayı, hiç tanımadığım bir adamla aynı odada bırakamazdım. Tedbirli olmalıydım. Kapıyı adamın üzerin-den kilitleyip anahtarı yanıma aldım. Çizgi film karakterleri gibi anahtar yutamadığım için de bir süre iç geçirdim. Saat sabaha karşı üçe geliyordu. Salona geçip koltuğa uzandım.
Yatak odamdaki yabancı ise aklımdan çıkacak gibi değildi. Onu evime alıp saklamamı, yaralarını sarma-mı, tarhana çorbamı ve bilumum her hareketimi öyle-sine şüphe uyandırıcı bulmuştu ki, onu daha fazla işkillendirmemek için hakkında tek bir kelime dahi soramamıştım. Uyuyamıyordum. Saat üçü gösterirken kafamı bu düşüncelerden arındırmak için bir an yarıda kalan Yaban filmini izlemeyi düşündüm. Sonra filmi boş verip banyoya girmeye karar verdim. Tam o an karnımın acıktığını anlamamla, komedinde duran suyu görüp susuzluğumu fark etmem arasında uyuyakalmışım.
Rüyamda malum siyah çantayı gördüm. Uçurum gibi bir yerdeydim. Çantayı elime aldım ve tek bir hamleyle şifreyi kırıp fermuarı açtım. Çantanın içinden ise küçük bir sandık çıktı. Bana hiç de yabancı olmayan bir sandık. Görür görmez tanıdım. Annemin günlükleri, Fransa’daki babama gönderdiğim mektuplar, Fransa’dan gelen mektuplar ve Fransa damgalı son mektup. Hafızamdan silmek istediğim ve bir zamanlar kısmen de olsa başardığım o kahrolası anılar. Hepsinin içinde olduğu o sandık elimdeydi. Ama onu bir türlü açamıyordum. Kilitliydi ve anahtarı da ortalarda yoktu. Ne yapacağımı bilemez halde düşünmeye başladım. Tam o anda biri geldi yanıma, yüzünü seçemiyordum. Eliyle işaret ederek sandığı istedi benden. Bense kısa bir tereddüttün ardından ona doğru birkaç adım attım. Yanına gittiğimde sakin tavırlarla uzanarak sandığı elimden aldı ve cebinden çıkardığı bir anahtarla kilidi kolayca açtı. Ardından elini sandığın içine sokup içerisindeki her şeyi çıkardı. Onları bana vereceğini düşündüğümden elimi uzattım. O ise elin-deki her şeyi bir kuşu kafesinden özgürlüğe bırakırcasına uçurumdan aşağı savurdu.