Ağzımı elimle kapatıp iki üç adım geri çekildim. Kapımın eşiğinden içeri düşen adamın hem sağ omzunda hem de sağ ayak bileğine yakın bir noktada kanaması vardı. Kan, kapım ve holün girişine de belirgin halde bulaşmıştı.
Yıllardır gördüğüm terapi balonu ise o an büyük bir gürültüyle patladı: Kan hala beni tutuyordu. Yakamdan, paçamdan tutuyordu. Bırakmaya da niyeti yok gibiydi. Başım dönmeye, midem yoğun şekilde bulanmaya başladı. Etraf git gide fülulaşırken sırtımı, kapının hemen yanındaki duvara yaslayarak yere çök-tüm. Gözlerim hala, holün girişine yığılmış yaralı ya-bancının üzerindeydi.
Adam, baştan aşağı siyah giyinmişti. Ayağında toz içinde siyah bir pantolon, üzerinde kolları yarıya kadar sıvanmış siyah salaş bir gömlek, boynunda da çe-nesine kadar çektiği aynı renkte bir fular vardı. Kafasındaki şapkası ve elinde tuttuğu sırt çantası ise kapı-nın açılmasıyla birlikte yere düşmüştü.
Adamı, olduğum yerden bir müddet kadar izledim. Aramızda birkaç metrelik bir mesafe vardı. Soluk alış-verişlerini net şekilde duyabiliyordum. Kendimi topar-lamam lazımdı. Derin derin nefes aldım. Kan beni tutmuyordu. Evet, iyiydim. Bayılmanın sırası değildi. Bu telkinlerle yavaşça doğrularak ayağa kalktım. Ellerim terliyordu. Tansiyonumun ciddi derecede düşmüş olduğunu tahmin ediyorum.
Sendeleyerek adamın yanına yaklaştım. Bilinci açıktı. Holümün duvarına başını yaslamış halde duran adam gözlerini zar zor aralayarak yüzüme baktı ve ilk defa o an göz göze gel-dik. Yaralı bir hayvan gibi bakıyordu; yarı öfkeli, yarı endişeli. Biri diğerinden daha fazla değildi. Bir şeyler sormam gerek diye düşündüm.
“Kimsin?” , “Neden bu haldesin?” , “Niye buradasın?”, “Peşindeki adamlar kim?” benzeri sorular. Ama bana fırsat kalmadan o konuştu. Kalan son takatiyle, “sakın polisi arama” de-di yaralı adam. Ardından “hastane, ambulans” diye devam edip ekledi: “Arama.” Yarı baygın haldeki adamın ağzından dökülen son cümle ise “yoksa beni öldürürler” oldu. Artık, tam baygın haldeydi.
devamı yarın…