Doğanın uyanışı beni her zaman biraz strese sokar. Büyük vaatlerle gelen bahar mevsimi, insanın, dahası biz melankolik neslin sırtına bir beklenti yüklüyor çünkü…
Ağaçları çiçeklendirdim, diyor bahar. İlk cemreyi düşürdüm. Güneş falan tamam. Kuşlar, cıvıltılar cepte. Kelebekler desen çoktan hallettim. Gökyüzünü maviye boyadım. Ne çok sıcağım ne çok soğuk. Bak, tam olması gerektiği gibiyim. Mis gibi geldim… Senden ne haber?
O an, bir pencereden dışarı, baharın marifetlerine bakıyorsun önce. Sonra dönüp bir de kendine bakıyorsun.
E Bahar, sana tüm imkanlarını sunmuş, ya sen? Bu halin ne? Yeterince mutlu olamamışsın sanki. Yüzün falan hiç şen değil öyle. Oldu mu şimdi bu?
Olmadı.
Bahara saygıda kusur etmiş, onun nimetlerine kafi ölçüde layık olamamışız gibi bir his bu.
Kalk, kalk, kalk! Acele et, diyor bu his insana. İki mutlu ol, azıcık gül. Olmuyor mu? Çiçeklenen dallara bak! İçinin kıpırdaması gerek. Bahara çok ayıp olacak yoksa… Gönlünün yayları da mı gevşemedi hiç? Nasıl gevşemez?
Basbayağı işte, gevşemez… Ve işte konumuz tam da bu… Bahara rağmen mutlu olamadığımızda yaşadığımız o mahcubiyet, o başı öne eğiklik… Şakağımıza silah çeker gibi mutluluk dayatan bir mevsimsin bizden istediği randımanı alamamış olması ve kuşkusuz bunun altında eziliyor olduğumuz gerçeği…
Ki ben bu gerçekle, bu güneşli öğleden sonra göğünün altında, oturduğum bu sefil bankın üzerinde, daha fazla yüzleşemiyorum.
Ve peki, bunları sana neden mi anlatıyorum?
Bugün Nisan’ın ilk günü. Ve ben, pembe beyaz çiçeklenen ağaçların dallarına baktığımda hiçbir şey hissedemiyorum. Doğa uyanıyor sevgilim fakat ben ölüyorum.