Yılbaşından kalan yarım yamalak cadde süslerinin arasından yoğun bir üşüme ile geçip dar geçitli sokağa vardığımda titremem azaldı.
“Seni alırım” demişti oysa “hava soğuk, üşüyeceksin.” Ama bu kez ben ona gitmek istemiştim. Kendi adımlarımla, biraz üşüyerek, biraz da terleyerek, onun tarafından beklendiğimi bilerek. Tıpkı bir randevu gibi olsun istedim. Adam restoranda kadını bekler. Kadın biraz gecikir. Adam sıkılır, sürekli saatine bakar, biraz dergileri karıştırır, menüye göz atar… Derken sonra kadın gelir ve adam onu tüm o sıkılmaları üzerinden silkeleyip gülümseyerek karşılar. “Çok beklettim mi?” der kadın. Adamsa “Yo…” der, “yo, çok bekletmedin.” Böyle bir şey olsun istedim o gün. Böyle, sıradan, rutin bir şey.
Yemek yiyeceğimiz restoranın girişine geldiğimde, pervazlarında kar birikmiş buğulu camlı bir pencere kenarında elinde bir dergiyi karıştırırken gördüm onu. Kar taneleri loş geceye diklemesine yağarken bedenim ise yatay bir düzlemde onun olduğu kalabalık restoranın içerisine çekildi.
Benim geldiğimi görünce elindeki dergiyi bırakıp gülümseyerek ayağa kalktı. ‘Bekleme’ , ‘dergi okuma’ , ‘gülümseyerek ayağa kalkma’ gibi tüm sıradan randevu metaları tamamdı. Heyecanla iç çekip yanına yaklaştım. Sıra bendeydi:
“Çok beklettim mi?” dedim, hınzır bir gülüşle.
“Yo…” dedi, “Yo, çok bekletmedin.”
Ben istediğim cevabı almış olmanın iç huzuru ile yanına doğru bir hamle yaparken o ise konuşmasına devam etti:
“Çok bekletmedin… Alt tarafı kırk altı dakika otuz sekiz saniyedir gelmeni beklerken, aklımdan neden geç kalmış olduğuna dair 18 ayrı teori geçirdim. Bunları hesaplarken iki kadeh şarap, bir fincan kahve, bir fincan yeşil çay içtim. O ara sıkıntıdan ön masamda ahmak sevgilisi ile yemek yerken aynı zamanda başka bir erkekle yazışan bir kadının telefonuna gözüm kayınca, kadına, kendisine mesaj atan adamın hiç değilse ‘-de’leri, ‘-da’ları ayrı yazmayı becerebildiğini, bu sebepten yemek yediği salak yerine o adamı tercih etmesinin daha doğru olacağını söyledim. Ardından çıkan kavga sonrası üzerime saldıran salağa yumruk attığım için mekanı terk etmemi söyleyen garsona ise cebimden çıkardığım Milli İstihbarat Teşkilatı kimliğini göstererek gizli bir soruşturma sebebiyle burada olduğumu ve az sonra üst düzey yabancı bir yetkiliyle resmi bir görüşmem olduğu için buradan ayrılamayacağımı, görüşmeye yapılacak bir müdahalenin ise diplomatik bir suç olacağını anlattım… Yani… Şu an tüm restoran çalışanları seni Suriye milis kuvvetlerine sızan bir KGB ajanı zannediyor… Ah, şey merak etme… Telefonundaki o komik zil sesinden kurtulursan kimse durumdan şüphelenmez. Iıımm… Ne yesek… T-Bone?”
Sıradan bir randevu mu demiştim? Kesinlikle! Suriye milis kuvvetlerine sızmış bir KGB ajanı olarak bilinmediğim her gün için bana yazıklar olsun zaten.
“T-Bone, harika seçim!”