Yıldızları silkeleyip beyaza çalan gökyüzünü alarak döndü sırtına. Göğün galveniz kokusu dolarken uyandı, ciğerlerinden içeri. Hareketsiz o anının sonunda konuşmaya başladı çalar saati. Dik dik baktı suratına, anlamadı. Kalktı gıcırdayan karyolasından. Yere değmeyen ayakları üzerine verdi bütün ağırlığını sessizce. Son bir gıcırdama sesi yankılandı kulaklarında. Dönüp bir öpücük gönderdi yatağa, zamanı yavaşlatarak. Giyinmeden açtı dış kapıyı. Yalnızlığı kovalayan rüzgara eşlik etti gözleri, bir baykuşun gündüzünde. Kimse dönüp bakmadı ardına. Hiç kimse sormadı ona. Açık bıraktığı dış kapının soğugu doldu kalbine. Başka bir soğuk kapıyı açıverdi elleri, başka duvarların yamacında. Amaçsızca dolaşan anaç bir kadın sadeliğinde yankılandı, titrek pencere yansıması. Eğildi, en alttan nemlenmiş, bir yüzü çürürken ağlamaktan solmuş bir elma aldı elleri kendinden habersiz. Oturduğu koltuğun soğukluğu yarıştı ilk anda elindeki elma ile. İkisini de ısıtacak gücü vardı, son ikisine. Titreyen lambaderin soluk renkli ışığı aydınlatırken yetemediği odanın karanlığını, elinde elma, gönlünde mavilik, aklında mutlak mutlulukla geçiverdi katmanlar arası gerçeğin yapaylığından.
Kendinden buruşuk görünen ceketini astı, zamanın tahriş ettiği omuzlarına. Evden çıkışı, babasını son kez gören bir çocuğun çok sonraları yaşanan hüznünü hatırlattı kendine. On dört yaşında babasını aynı kapıda görmüştü son defa. Hatırlamakta zorlandığı hatırasını canlandırmak için her sabah suni teneffüs ve kalp masajı yapıyordu anılarına. Bu düşünceler içinde çoktan uzaklaştığı sokağın ezberlediği arnavut kaldırımı yollarının seslendiğini sanarak dönüp baktı. Yüzünde aynı ifadenin huzur dolu burukluğu vardı. Artık üstelemiyordu hiçbirisini. Karıştı gitti kalabalığına ayak izlerinin.
En karmaşık halinde dondu dünyanın. Başını kaldırmadan gökyüzüne daldı gözleri. Gözlerinin altı, altıyı devirip yediye varmak üzere olan yorgunluğunun bir grafiği olarak giderek eğrilmekteydi. Üzerindeki kaşların alnına olan paralelliği, artık sayamadığı zamanın ondan uzaklaşan bi palyaçonun ağlama evresindeki mutluluğuydu. Gökyüzüne bakarak vardı yalnızlığına. Güneşi kovalayan düşlerin ardından vardı aynı sokağa. Kararmaya yüz tutmuş bir mavi gülümsedi, soğukça. Hissetmişti bunu, yıllar önce bi yarısını toprağa verince. Ve o soğuk hala yanağını yakıyordu. Evin önüne vardığında güneş demetinin kapı eşiğindeki kırmızı topuklu ayakkabıları gösterircesine sadece orayı aydınlatması ile dizlerinin arnavut kaldırımını hissetmesi bir oldu. Yanan yüzünün buruşan görüntüsü içindeki gülümsemesi, onun yıllar önce söylediği sözü getirdi karşısına. Senelerdir hatırlayamadığı o anı, şimdi tiyatro sahnesi olarak karşısında oynuyordu. Yaşıyordu o anı. Sayısız Merdivenin sayılı boşluğundaki bankta, gözleri dola dola güldüğü zamanı çekti içine son nefesi olarak. “Çocukluktan aldığın mesajı yaşlılığına taşıyabilmektir hayat” demişti adam, siyah beyaz bi filmin son sekansında.
Döktüğü yıldızların sönme hissiyatlarını izledi tek tek. Galveniz kokusunun ciğerlerinde bıraktığı hissiyatın tadıyla verdi nefesini, kırmızı topuklu ayakkabının dış kapı soğuğunda. Beyaza çalan yer yüzünü alarak döndü yüzüne. Hiç kimse sormadı ona. “İnsan, hayatında kaç kere görebilir sırtını?” Gözlerini kapadı. Bir daha açılmayacak olan göz kapaklarının ağırlığı, ciğerlerini eziyordu. Öylece bıraktı bedenini, ruhun ayrılış anı öncesine.
Bu haber 13/09/2023, Wednesday günü yayınlandı, 418 defa görüntülendi