(ye, iç, ye, iç, ye, iç, ye iç, kim olduğunu unut)
Benim ülkemde yakın arkadaşlarınızla ya da ailenizle yemeğe çıkar, yemeğin yanında birkaç kadeh şarap içer, ondan sonra da normalde öcüden kaçar gibi bucak bucak kaçtığınız ailenizle vakit geçirdiğiniz için pişman olursunuz.
Ya da eşkıya kılıklı kankalarınızla dışarı çıkar, pub’da fıçı fıçı bira içer, vaktinizin büyük kısmını tuvalette geçirir, sonunda da tuvaletteki aynada kendinizle kavga edip kapıyı çarpar çıkarsınız. Eve dönüş yolunda yenecek gibi olmayan birtakım hazır yemekler alır, sabah uyandığınızda da yemeklerin plastik kaplarını hâlâ göğsünüzün üstünde yatar bulursunuz.
Türkiye’de dışarı çıkmaksa Romeo ile Juliet’le Yunan trajedileri arasında bir yere denk düşen bir edebiyat eseri, oyuncu kadrosuysa herhangi bir tiyatro sahnesini dolduracak kadar zengin.
“Akşam birkaç arkadaşımla yemeğe gidiyoruz,” dedi kız arkadaşım. Arada sırada sıkıcı sessizliklerle bölünen kupkuru sohbetlerle ve kötü şarapla dolu bir gece geçireceğimi bekliyordum.
Restorana vardığımızda neşeli insanlarla dolu kocaman bir masa bizi bekliyordu. Masa birden küçük tabaklardan oluşan bir filoyla baştan başa donatıldı. Her biri ağızlara layık şeylerle dolu küçük tabaklardan yirmi kadar sayabildim, sonrasında başım döndü. Bu lezzetli şeylere meze deniyormuş.
Sonra masaya buz dolu bir sürahi su bırakıldı. Yüreğime bir ağırlık çöktü. Su mu! Çaresizlik içinde garsona bir bira istediğimi anlatmaya çalışırken susturuldum, sonra masaya içi berrak bir sıvıyla dolu birkaç zarif şişe getirildi ve herkes memnuniyetle iç geçirdi. Beklentinin elle tutulur bir hale geldiğini görüyordum. Epey şen şakrak diyebileceğim nazik bir dev olan Oktay, “Servisi ben yapayım,” dedi, herkes okul çocukları gibi gülümsedi. “Önce misafirimiz.” İlk defa çıplak birini gören bir ergen gibi hayret, merak ve korkuyla bakakaldım. Önce şişe açıldı, özel bir sunak kupasına (rakı kadehi) yavaşça bir miktar dolduruldu. Daha sonra iksirin üstüne aynı miktarda su eklendi, en son da iki küp buz atıldı. Bütün bunlar olurken berraklığı kaybolan sıvı sütümsü bir beyazlığa büründü. Ondan sonra şişe bir tür tapınma ayinindeymiş gibi saygıyla elden ele geçirildi. Gösterinin baş teşrifatçısı Oktay’dı.
Kadifemsi anason tadındaki içki, insanın boğazından kolayca kayıyordu. Kadehimi tazeleyip duruyordum. Üretim bandından geliyormuş gibi sürekli yenilenen tabaklardan atıştırıyor, kınayan bakışlara maruz kalmadan sigara içiyordum. Göz açıp kapayıncaya dek yıllardır görüşmemiş canciğer arkadaşlar gibi olmuştuk. Kişisel mesafe diye bir şey yoktu, herkes birbirine sarılıp duruyor, öpüşüp kucaklaşmalar gırla gidiyordu. Dördüncü ya da beşinci kadehimin ardından masadaki herkes en yakın arkadaşımdı, ben de onların en sevdiği insandım. Bir ses, “Biraz yavaş git,” dedi ama konuşan ben miydim, yoksa başkası mıydı anlayamadım. Ondan sonra birden Doktor Jekyll’dan Mr. Hyde’a dönüştüm. “Kesinlikle katılmıyorum,” dedim birine. Çok sinirlenmiştim. “Neye katılmıyorsun?” “Bilmiyorum. Tanıştığımıza çok sevindim, dur seni bir öpeyim,” diyerek karşımdakine sarıldım. Gerisi koca bir boşluk.
Ertesi gün, akşamın kalanında neler olduğunu gazeteden okur gibi kız arkadaşımdan öğrenmek zorunda kaldım.
Restorandan çıkarken sandalyelerin üstüne devrildin.
Taksi durdurmak için yola, trafiğin içine atladın.
Bindikten sonra araba hareket edince kapıyı açık bıraktığın için dışarı yuvarlandın.
Merdivenden emekleyerek çıktın ve banyoda uyudun.
Manşetler hiç de hoş değildi. Bütün bunlar başka birinin başından geçmiş gibi cık-cıklayarak başımı iki yana salladım. Ne ayıp.
“Ama iyi eğlendik, değil mi?”
Kız arkadaşım anlayışlı bir gülümsemeyle, “Evet,” dedi. “Aslına bakarsan bu akşam yeniden buluşuyoruz. Seni çok sevmişler.” Korkudan çay bardağımı düşürdüm. Dersimi almıştım, üç kadeh rakıdan fazlası yoktu artık.
Ertesi gün gazete manşetleri o kadar korkunç değildi.
Masaların üstünde dans ettin.
Sokaklarda “Yaşa İngiltere” diye şarkı söyledin.
Ve yoldan geçen herkesi kucaklayıp öptün.
“Yani yine çok eğlendik,” dedim gülümseyerek.
“Evet.”
Yine de içimden bir ses rakının bana pek iyi gelmediğini söylüyor. Ya da bilmiyorum, belki de fazla iyi geliyordur.