Kasabamıza yerleşene dek odunları ya da çam ağaçlarını çekici, arzulanabilir nesneler olarak görmemiştim hiç. Bu durum değişmek üzereydi.
Deniz kıyısındaki kasabamıza eylül sonunda taşındık. Hava hâlâ sıcaktı, güneşin tadını çıkarıyor, denize giriyor, Facebook’a fotoğraflar koyuyorduk. O arada İngiltere’deki arkadaşlarım karlara bata çıka yürümeye çalışıyordu. He he he. Hayat bu işte diye düşünüyordum.
Evimizin olduğu sokağın sonundaki boş bir arsaya çam kozalakları serilmiş, güneşte kurumaya bırakılmıştı. Bunu kim, niye yapar ki diye düşünüyordum. Bu köylüler de çok tuhaf insanlardı canım.
Kasım sonu yaklaştı, hava serinledi, sonra da beni dehşete düşürerek SOĞUDU.
Kalorifer? Eh, kalorifer malorifer yoktu. “Buraya doğalgaz gelmedi daha,” dedi ev sahibimiz mahcup bir tavırla. Birkaç çubuklu elektrikli ısıtıcımız ayak parmaklarımızın donmasını zar zor engelliyordu.
Bir taş devri adamı gibi evdeki şömineye baktığım sırada jetonum düştü, her şey yerli yerine oturuverdi. Kozalaklar ateş yakmak ve ateşi canlı tutmak içindi, tabii ya! Ormanda istiridye içinde inci arar gibi kozalak arıyor, bir kozalak yığını bulduğumda sevinçten deli gibi gülüyordum. Küçük dallar da gayet güzel iş görüyordu.
Bir gün evin arka tarafında bir cennet keşfettim. Eski bir evi yıkmışlardı, etraf kereste parçalarıyla doluydu. Çılgınca dans etmeye başladım, “Odun, odun, odun!”
Oduncudan odun da almıştık ama ne yazık ki adam yükünü bahçe kapısının önüne yıkıp gittiğinden hepsini kendimiz içeri taşımak zorunda kaldık. Parmaklarımız koptu.
Şöminedeki ateşin sıcaklığı ve ışıltısıyla pek güzel bir Noel oldu.
Doğayla savaşarak ateş yakan vahşi bir erkek olmuştum ama hesaba katmadığımız bir sorun çıktı. Şöminenin dumanları astım hastası eşime dokundu, sabaha karşı kendimizi acilde bulduk. Neyse ki oksijen verdiler de nefesi normale döndü.
Kışın son haftalarını ateşimiz olmadan geçirdik, ısınmak için gündüzleri evin etrafında koşuyor, geceleri de kat kat yorganların altında kirpi gibi içimize kapanıyorduk.
Kısa bir ilkbaharın ardından nihayet yaz geldi. Başarmıştık, artık hiçbir aksilik olamazdı.
“Sular akmıyor sevgilim,” dedim.
“Birazdan gelir,” diye cevap verdi eşim.
Günler geçiyor, su bir geliyor bir gidiyor, çoğunlukla da hiç gelmiyordu. Sular idaresini ne zaman arasak ya kullanım çok yoğun ya da borular patladı diyorlardı. “Sudan mı burası?” diye bağırıyordu eşim telefonda.
Su arada sırada birden gürül gürül akmaya başlayarak bizi kışkırtıyor, duş yapmak için sevinçle üstümüzü çıkarırken hop yeniden kesiliyordu. Serap mı görmüştük yoksa? Aklımızı mı kaçırıyorduk?
“Yemekte ne var sevgilim?”
“Ay, patates haşlayacaktım,” diyen eşim, ardından bir yakınını kaybetmiş gibi başını ellerinin arasına alıyordu. “Ama sular gitti.”
Bugünlerde hava yeniden serinlemeye başladı, sular idaresi de sihirli bir biçimde bütün patlak boruları tamir etti. Sularımız artık hep akıyor. Öte yandan benim sokakta gördüğüm odun parçalarına özlemle bakma günlerim de geri geliyor. “Ne güzel şeysin sen öyle.”