İngiliz yapımı Black Mirror (Kara ayna) dizisi özellikle yeni kuşak tarafından ilgi görüyor. 5. Sezon onayını alan dizi, fantastik sularda gezinirken aslında evrensel insan hikayelerine odaklanıyor. 3. Sezonun ilk bölümü bizi ilgilendiren kısmı. Bölümün ismi “Nosedive”, “dibe vuruş” olarak çevrilebilir.
Sokaklarda başı önünde ve cep telefonuna gömülmüş insanları görünce artık şaşırmıyoruz. Sadece sokakta değil, otobüste, işte hatta nikahta bile… İnsanlar ne kadar beğeni aldıklarına göre de hareket edebiliyor. Yani, beğeni alabilmek için tavır geliştirebiliyor, mizansen üretebiliyor, şekilden şekile pozdan poza girebiliyor. Bir kısmının oradan buradan düşerek sırf beğeni almak için hayatlarını kaybettiklerini haberlerden okuyoruz.
Çılgınlık değil belki ama bir histeriye dönüşmüş durumda bu beğenilme arzusu… 3. Sezonun ilk bölümü korkutucu gerçekten. Niye mi?
Günümüzde facebook, twitter, instagram, snapchat, periscope gibi sosyal medya uygulamalarıyla, insanların her anlarını sanal bir ortama aktardığı bilinen bir gerçek. Bu bölümde anlatılanlar ise biraz daha korkutucu bir fikirle çıkıyor karşımıza. İnsanlar artık sosyal medyada aldıkları puanlara göre sınıflara ayrılmıştır. Para yerine aldıkları puanlarla sosyal statü edinir insanlar. Şimdinin daha zengin olma duygusu, yerini daha çok ‘like’a bırakmıştır. “Ne kaa layk, o kaa küfte” yani.
Sosyal medya puanı yüksek kişiler, sonradan görme zenginler gibi yaşamakta; puanı az olan kesimler ise puan yükseltmek için çırpınmakta ve ise o ‘mertebe’ye ulaşmak için her şeyi yapmaktadır. Trajik bir durum bu.
İşte Black Mirror dizisinin kahramanı… Sonuna kadar yazmayacağım. Bu bölümün kahramanı, yapmacık hareketlerle, (puanı yüksek) üst sınıfa kendini beğendirmek için her türlü ‘sosyal medya maymunluğunu’ yapmaktadır. Bu yüzden başı ‘akıllı’ telefonundan kalkmamaktadır. Bu kadar endişe elbette hata yaptırır. Kahramanımız hata yapmaya başlar, hatalar zinciri sonucu puanları düşer. Puanların düşmesi demek sosyal statüde kayıp demek…
Giderek toplum olarak bu duruma yaklaşıyoruz sanki. İngiliz dizisinde olanlar çok yabancı gelmemeye başladı…
Mesela balığıyla meşhur bir TV kanalı var. Çanakkale’de. Orada program yapan biri, eşim üzerinden torpil yaparak beni ikna etti. Hayatta istemem böyle şeyler. Konuk olarak katılacak, biraz reklam geçmişimden söz edecek, Kristal Elma ödüllerini hangi işlerle aldığımı, Çanakkale sevgimi, yakası açılmadık savaş hikayelerimi, hediyelik eşya tasarımcısı oluşum ve üretici haline gelişim ve hatta ürünlerimin nasıl taklit edildiği üzerine sohbet edecektik. Bir de işte bu köşe yazarlığı hadisesi… Üstelik yeni de değil 2009’a kadar gidiyor.
Son iki senedir de Gündem Memleket ve Gündem’de yazılar yazıyorum. Biraz geriye gidersek, Eceabat’ta mecburiyetten ‘sahibi’ olduğum, 2009 yerel seçiminin kaderini değiştiren 4 sayılık gazete. Halkın şikayetini dikkate alarak,
Yerel muhalefetle dönemin belediye başkanını alaşağı edişimizden… Aşktan, dostluktan, hayattan biraz… İşte bunlarla geçecekti program.
Ancaaak, kanalın yapımcıları veya bişeyleri işte beni araştırmışlar, yeterince ‘medyatik’ olmadığımı görmüşler. Bunun için de sosyal medyaya bakmışlar. Sosyal medyada ‘görünmüyormuşum’. Bir nevi programa çıkacak kadar ‘ünlü’ değilmişim anlaşılan. İptal etmişler. İyi de ben sizin programa çıkayım istemedim ki… Hem istiyorlar hem de istemiyorlar! Nedense…
“Burası taşra, kendinizi çok ciddiye almayın” demişti biri. Bana değil tabi. Yaşayanlara. Taşranın kendini dünyanın merkezinde görme gibi bir hali var. Çapıyla ilgili. Şehirden dışarı açılınca durumu fark ediyor olduklarını biliyorum. Nereden? Açıldıkları yerde yapamayıp, dönüş yapmalarından.
Bu satırları yazana şunu diyebilirler:
– Siz her şeyi biliyor musunuz sayın yazar?
– Bu mümkün değil sayın okuyucu.
Ya program yapımcısı arkadaş? Bilmem… Ayıp ettiğinin farkında olmalı.