Başımın ağrıdığını hissettim. Vücudum taş kesilmişti sanki. Ağır ağır gözlerimi açtım.
-Günaydın.
-Lanet olsun!! Ne oluyor lan? Neden bağladın beni? Sen kimsin?
-Şşş. Sakin ol. Birazdan öğreneceksin.
-Hey hey, çabuk çöz beni!!!! O nerede?
Kadın doğruldu. Ağır adımlarla bana doğru yürümeye başladı. Masanın üzerinden aldığı bantla ağzımı kapadı. Burnuma küçük bir öpücük kondurdu. “Sakin ol dedim. Birazdan öğreneceksin.”
Öğrendimde… Size de anlatacağım ama -sanıyorum- öncelikli olarak size kendimden ve buraya nasıl geldiğimden bahsetmeliyim.
*****
(Anılar – 8 Yaş)
Muğlada bir sahil kasabasında doğdum. Çocukluğum ve gençliğim bu minik kasabada geçti. Şu balıkçı teknesinde ağları düzelten adam benim dedem. Beni o büyüttü. Şu yürüyen güzel kadın Nebahat. Kasabanın en güzel kadınıdır. Çok havalıdır kimseye pas vermez. Ben hariç.
-Merhaba yakışıklı.
Bir kaç küçük hareketle üzerime çeki düzen verip ona doğru yürürüm böyle zamanlarda. Ellerimin arkada olmasından anlar ona çiçek vereceğimi. Yine de her seferinde şaşırır gibi yapar, kahkaha atar. Saçlarını yana doğru savurur biraz eğilir sonra… yanaklarımdan öper. Çiçeği koklar. Yürümeye başlar…
O giderken gururla dururum.Gözden kaybolana kadar izlerim.
Fonda ne mi olur? Fonda; kasabanın benden yaşca büyük erkeklerinin -neredeyse her yaştan- kahroluşları.
Tamda o anda dedemin bıyık altından güldüğünü görebilirsiniz. Neden güldüğünü biliyorum. Kadınlara çiçek vermem gerektiğini o öğretti.
*****
(Anılar – 18 Yaş)
Bu küçük kasabadan ayrılmam gerektiğinde 18 yaşımdaydım. Sınavı kazanmıştım. Evde bayram havası. Harika bir sofra hazırlanıp konu komşu davet edilmişti. Ertesi hafta aynı insanların hüzünlü bakışları arasında kasabadan ayrıldım. Ağlamamak için kendimi zor tutuyordum. Kulaklığımı hızlıca taktım. Sous le Ciel de Paris çaldı. Ben gittim.
Başlarda İstanbul’a alışmam birazcık zor oldu. Buradaki insanlar bizim kasabanın insanlarından oldukça farklılar. Mesela şeyleri ilk defa burda gördüm. Mmm, şey, hani erkek olarak doğup sonradan kadın olanlar…
İlk senem oldukça zor geçti. Huufff! Her fırsatta kasabaya gittim. Tatilleri iple çekiyordum.
Sonra alıştım İstanbula. Çalışmaya başladım. Garsonluk, kitapçılar, kuryelik… Bir sürü iş değiştirdim. Sanıyorum ki çok fazla işte çalışmanın en yararlı tarafı geniş bir arkadaş çevresi edinmek. Geniş bir arkadaş çevresinin yararı ise gönül işlerinizin yolunda gitmesi.
Çok güzel kız arkadaşlarım oldu bu şehirde. Öyle sıradan arkadaştan bahsetmiyorum tabi. Sevgili anlamında. Çılgın, çekingen, inek, rocker… Ne ararsanız…
Gönül işleri ve çalışma temposu derken okulu iyice boşlamıştım. Tatillerde kasabaya gitmez olmuştum. İstanbul beni sarhoş etmiş, ayaklarımı yerden kesmişti…
Ta ki o güne kadar.
O kara gün her şey -bir anda- alt üst oldu.
Dedem kalp krizi geçirimişti. Birbirinden güzel anılarımın olduğu kasabamın üstünde kara bulutlar vardı artık.
Gittim. O günden sonra bir daha hiç dönmedim.